Almanya İslâm Cemaati Lideri Prof. h.c. Dr. Abdurrahim VURAL:
“İslâm dinini Almanya’da resmi din
statüsüne kavuşturmak istiyorum”
Almanya İslâm Cemaati Lideri Prof. h.c. Dr. Abdurrahim Vural, Almanya’da İslâm dininin resmi din statüsüne kavuşması için yıllardır etkin mücadele veriyor. İslâm din dersinin Alman okullarında okutulmasını da öncülük yapan, Milli Görüş’e tarihi davalar kazandıran Vural, daha sonra Alman hükümeti’nin ve istihbarat teşkilatının hedef ismi haline gelmişti.
Yapılan birçok iftiralardan dolayı cezaevinde kalan ve çalışmalarına en ağır koşullarda devam eden Vural, “en büyük gayem kamu vicdanı önünde aklanmaktır” diyor. 1990′dan bu yana verdiği mücadeleleri ve yaşadıklarının perde arkasını ilk kez geçtiğimiz yıllarda Haber 7 aracılığıyla kamuoyu ile paylaşan Vural, konuyla ilgili gizli kalan ve açıklanmayan bir çok gerçekleri anlatıyor.
Bize kısaca kendinizi tanıtabilir misiniz?
1968’de Samsun ilinin Çarşamba ilçesine bağlı Aşıklı köyünde dünyaya geldim. Ailem fakirdi, tarımla geçiniyordu. Babam çiftçiydi ve özellikle çeltikle uğraşıyordu. Bizim evin önünde dere akardı. O dereden su alınırdı. Ve bütün köylü çeltikle uğraştığı için, sürekli su kavgası yaşanırdı. Bu ise aileler arasında husumetlere, hatta kavgalara neden olurdu. Bizim aile de bu kavgalardan nasibi aldı. Annem bu durumdan çok korkuyordu ve babamla birlikte daha güvenli bir yer olarak gördüğü Almanya gidişini gündeme getiriyordu.
Ancak 1968’de sadece meslek eğitimi olanlar veya meslek sahibi olan erkekler Almanya’ya gidebiliyorlardı. Babam, meslek sahibi olmadığı için Almanya’ya gidemiyordu. Ancak kadınların Almanya’ya gitmesinde bu engel olmadığı için aile, Annemin Almanya’ya gönderilmesi uygun görüyor ve böylece Annemin, Almanya süreci başlıyordu. Halam ile beraber Almanya’ya giden Annem, Almanya’ya giden ilk kadınlardandı. Annem Kiel’e gelip balık fabrikasında çalışmaya başlarken, halam ise Berlin`e geliyordu.
Bu arada Annem Almanya’ya gittiğinde ben 8 aylıktım. Beni Babama, Büyük Anne, Büyük Babama ve kardeşlerimin yanına bırakıyor. Yani durum o kadar ciddi ve acılıydı ve beni 8 aylıkken bırakabiliyordu...
Daha sonra Annem ilk olarak Babamın Kiel’e gelmesi için istek gönderdi. Ancak Kiel’de başarılı olamadı. Bunun üzerine Annem, Berlin’e Halamın yanına geldi. Berlin’de Schwarzkopf Fabrikası’nda çalışmaya başladı. Daha sonra Babama bir istek daha gönderdi. Bir buçuk yıldan sonra istek kabul gördü. Böylece Babam Almanya’ya, Annem ise tekrar yanımıza döndü.
Peki, çocukluk döneminiz nasıl geçti? Köydeki husumet ilişkisi sizin arkadaşlık ilişkilerini etkiledi mi?
Ben 12 yaşına kadar sürekli köyde kaldım... Ve maalesef bu husumetler benim ilişkilerime de yansıdı. Annem bizi hiçbir zaman köy ortamında yalnız bırakmazdı, devamlı koruyordu. Benim üzerime özellikle daha çok titrerdi. Bana “ağır beşik” derdi.
Diğer çocuklar ise daha çok serbestti, köy meydanında daha özgürce oynayabiliyordu. Ben ise bunlardan mahrum kalırdım. Sadece Annemin yanında oynamaya imkân bulabiliyordum.
BİR YIL OKULA GİTMEDİM, ÇİFTÇİ OLARAK ÇALIŞTIM
Ya öğrencilik yıllarınız?
Ben ilkokulu iyi notuyla bitirmiştim. Ondan sonra Ortaokula gitmek istedim. Ancak o tarihte ben Annemle yalnız kalmıştım. Bütün kardeşlerim Almanya’ya gelmişti. Biz toplam dört kardeşiz. İki kız, iki erkek. Köyde yalnız kaldığımız için, Annem beni Ortaokula göndermedi. Çünkü okul Dikbıyık nahiyesindeydi ve köye 5 km uzaklıktaydı. Annem beni her gün bu yolu yalnız gidip, gelmemi istemiyordu. Bunu göze alamadı. Bunun üzerine bir yılı eğitimsiz geçirdim, okula gidemedim. Çiftçi olarak tarla da çalıştım.
Annem bu duruma karşın beni sürekli teselli ederdi. “Okumaya gerek yok. Nasıl olsa bir sene sonra Almanya’ya gideceksin” derdi. Bunun üzerine bende artık fazla ısrarcı olmadım...
Tarım alanında yetiştirdiğimiz ürünleri sürekli Samsun’da açılan pazarda satardık. Samsun’a traktörle giderdik. Yolculuk yaklaşık bir buçuk ila iki saat sürerdi. Almanya’nın nasıl bir ülke olduğunu sürekli traktör üzerinde oturan kadınlardan dinlerdim. Bende bu konuşmaları dinlerken, Almanya’ya hep bir “Cennet” olarak hayal ettim.
Almanya’ya geliş süreciniz ne zaman başladı? Yabancı bir ülkede bulunmak ve bundan sonraki yaşamınızı burada geçirmek, sizde nasıl bir duygu uyandırdı? Siz en çok hangi noktalarda zorlandınız?
Ben Almanya’ya gelmeden önce, hiçbir şey düşünmedim. Sadece hayal ettiğim bir “Cennet” vardı. Bu biraz da bir çocuk rüyasıydı benim için. Yani her şeye iyimser bakmak istiyordum.
Hatırlıyorum, Almanya’ya gelmeden önce bizim yaşlılar “Gavûr” sözünü sürekli kullanırdı. Fakat bunu art niyetli değil, onların ne kadar iyi, yetenekli ve gelişmiş olduklarını belirtmek için ifade ederlerdi.
HAYAL ETTİĞİM CENNET ESKİ BİR YAPIDA KAYBOLMUŞTU
Peki, Almanya’daki hayatınız nasıl geçti? Artık köyde olduğu gibi sizin için bir korku ve tehlike yoktu. Hayatınızı bir nevi baştan başlatıyorsunuz...
İlk olarak havaalanına geldim... Halamlar bizi karşılamaya gelmişlerdi. Havaalanında yabancılık anlamında hiçbir şey fark etmedim. Sadece babamın gümrükteki memurlarla ne kadar güzel Almanca konuştuğu dikkatimi çekmişti. Tabi ki bu beni çok gururlandırdı ve kendi kendime “babam ne kadar güzel Almanca konuşuyor” dedim. Bu olay beni çok etkiledi ve şaşırttı.
Daha sonraki yıllarda Babamın Almancaya çok da hakim olmadığını öğrenmiştim. Zaten gençlik yıllarında çok sağlıklı bir eğitim almamıştı. Yani askerliğini yaptığı sürede okuma-yazmasını geliştirdiğini söyleyebilirim. Annem ise bir yıl okula gitmişti. Zaten bizim köyde kızların okuması pek söz konusu değildi. Dedem sürekli, “aile de bir kişinin okuması yeter” derdi. Böylece Annem ve kardeşleri tarla da çalışırken, dayım okudu ve sonuçta avukat olmayı başardı.
O günü çok iyi hatırlıyorum. Bizi eve bir minibüs götürdü. Evin bulunduğu caddeye girdiğimizde, şoför hangi evin bize ait olduğunu ''şuradaki eski binalar mı?''sorusuyla öğrenmek istedi. Babam da “evet, Türkler hiç yeni binada oturur mu?” cevabıyla yanıt verdi. O an, o konuşmadan hiçbir şey fark etmedim. Ancak binanın önüne geldiğimde eski ve 1. Dünya Savaşı’ndan kalmış bir yapıyla karşı karşıya gelince konuşulanlara bir anlam verebildim.
Evimiz Mehringdamm, Obentrautstr. 29’da bulunuyordu. Evimiz arka cephede bulunuyordu. Bina savaştan oldukça zarar görmüştü. Kapılar kırıktı. Evin tuvalet ve banyosu yoktu. Tuvalet merdivende bulunuyordu ve bunu dört aile ortak kullanmak zorunda kalıyordu. Toplam üç kardeş ile beraber bir buçuk oda da kalıyorduk. Bu gördüklerimden sonra Almanya’nın hayalimdeki “Cennet” olmadığını anladım. Çünkü burada yaşayan Türkler çok kötü ve zor koşullar altında yaşıyordu.
BİZE ALMANCA ÖĞRETEN TÜRK ÖĞRETMENLER, ALMANCA BİLMEZDİ
Almanya’da hem Türk hem de yabancı olmak gündelik hayatta ne tür sıkıntılar yaşatıyordu?
Ben 1980’de Mayıs ayında Almanya’ya geldim. Ve gelir gelmez hemen okula başlamak istedim. Okul dönemi bitmek üzeriydi. Ancak ben yine de babama ısrar edip, okula yazdırmasını istemiştim. Babam ise, beni sürekli “Schulamt” (Okul Dairesine) götürüyordu. Fakat her defasında tartışma ve kavga çıkıyordu. Sonuç olarak 1980 yılının Eylül ayında Kurt-Schumacher-Grundschule’de 6.Sınıf olan bir hazırlık sınıfına yazdırıldım. Sınıf, Almanca bilmeyen Türklerden oluşuyordu. Okulda, bir yıl okula gitmemenin acısını ve zorluklarını yaşadım. Çünkü birçok dersi hatırlayamıyordum.
Okulda, Matematik, Kimya, Fizik gibi temel derslerin yanında bir de Almanca öğreniyorduk. Bize ders verenler öğretmenler Türk’tü. Ancak sonradan fark ettik ki, bu öğretmenler de Almanca diline hakim değillerdi. Türkiye’den ilkokul öğretmeni olarak buraya işçi olarak gelmişlerdi. Ve Eğitim Bakanlığı tarafından görevlendirilmişlerdi.
Temel derslerden önce bize Almanca öğretilmesi gerekiyordu. Fakat ne yazık ki bunu yapmadılar. Öğretmenler ders içinde de sürekli Türkçe konuşuyorlardı. Sonuç olarak bize Almanca öğretemediler.
1981’de 6.Sınıfı bitirdikten sonra bizi Hauptschule’ye (Almanya ve Avusturya'da, temel 4 yıllık ilkokul eğitiminde sonra gidilebilecek okul çeşitlerinden biri olup, 3 okullu sistemin en düşük okuludur.) verdiler. Orada da Türk öğretmenleri vardı ve bir önceki okulda yaşadığımız sorunlarının aynısını orada da yaşamıştık. Daha sonra Almancayı bu şekilde öğrenemeyeceğime kanaat getirince, kendi çabalarımla akşamları Volkshochschule’ye (Halk Yüksek Okulu) gittim. Ve diyebilirim ki Almancayı orada öğrendim.
Okulu Hauptschulabschluss ile bitirdim. Ancak notlarım iyi olduğundan dolayı bana “Zusatzbescheinigung” (Tamamlayıcı Belgesi) verildi. Yani bu belge, almış olduğum karnenin “Realabschluss” (Ortaokul mezunu) ile eş değer anlamında olduğunu gösteriyordu. Ve böylece bana 1985’de “Abitur” (Lise mezunu) yolu da açılmış oldu.
ABİTUR YAPARKEN SABAH 4’DE UYANIRDIM
Abitur‘u yaparken sürekli sabah 4’te uyanırdım. Çünkü okul harçlığımı çıkarmak için temizlik işine girmiştim. İki saatlik çalışmadan sonra da kan-ter içinde okula giderdim. Çok yorulurdum fakat öğrenci olarak bu zorluğa katlanmak zorundaydım. Aslında bu benim hayatımdaki ilk emek sürecim değildi. 12 yaşında Almanya’ya, yani Berlin’e gelirken, cep harçlığımı, parklarda topladığım depozitolu şişelerden (Pfandflasche) ve 14 yaşından itibaren dağıttığım reklam broşürlerinden çıkarırdım. Kısacası, öğrenim ile birlikte hep bir yerlerde, gücümün yettiği oranında çalışmayı esas aldım. Bundan dolayı maalesef hiçbir zaman profesyonel öğrenci olamadım.
BENİ CEMALETTİN KAPLAN ETKİLEDİ
İslam düşüncesiyle ne zaman ve nasıl tanıştınız? Kişiliğiniz üzerinde etki yapan faktörler nelerdi?
Ben, her Müslüman gibi yaşamlarını İslâm'a uydurmaya çalışan bir aileden geliyorum. Camiye sadece bayramdan bayrama giderdik. Bu genellikle Şehitlik Cami oluyordu. Onun haricinde İslâm’ı çok köklü yaşamıyorduk.
1983 yılında bir gün Schöneberg semtindeki Hauptstr.’de bir bakkalın önünde halam ile konuşurken, yan tarafta birçok Türk işçisinin bir inşaatta çalıştığını görmüştüm. Tabi ki merak edip sordum. Halam bana, “burası cami olacak” dedi. Cami olacak dediği yer eski bir genelevinden oluşuyordu. Bir-iki ay sonra cami açıldı. Bir gün kendi kendime, cuma namazına katılmayı karar verdim. Cuma namazından önce dinlediğim vaaz ise hayatımın dönüm noktası oldu. Daha çok 'korku' temalı yani 'cehennem korkusu' üzerinde duruyordu. İşte Allah’a itaat etmezsen, namaz kılmazsan, Allah’ın emirlerini yerine getirmezsen gibi... Bu vaaz bende çok büyük bir etki yarattı. Yani beni adeta camiye bağladı. Ve ben bir daha camiden ayrılamadım. Çok daha sonradan bu caminin Milli Görüş’e ait olduğunu ve vaazı veren Hoca’nın Cemalettin Kaplan olduğunu öğrendim. Yani beni etkilen isim Cemalettin Kaplan’dı. Cemalettin Kaplan o tarihlerde Milli Görüş’ün Fetva Komisyonu başkanı olduğunu öğrenmiştim.
Peki, camiye bağlılık gündelik yaşamınızda nasıl bir etki yarattı? Almanya’da bir okul hayatı, yabancı bir çevre ve bunun ortasında İslâmi bir yaşam...
Tabi ki o zaman Milli Görüş’ün Berlin de bir değil, on tane cami vardı. Bende on tanesini ziyaret ederdim. Ayrıca İslam Kültür Merkezi (Süleymancılar) ve DİTİB’e bağlı olan camilere de giderdim. Ancak ağırlıklı olarak Hauptstr. 15 de bulunan Milli Görüş’ün camisine giderdim.
O dönemde İslâmi cemaatin içinde bir aşırılık vardı... Ve bu aşırılık beni zaman içinde tamamen Alman toplumundan izole etti. O kadar ki, ben bir öğretmenime ya da bir kız öğrenci arkadaşıma el uzatamıyordum, uzatmıyordum. Yine eğlenceler tertiplenirdi, gitmezdim. Çünkü bunu günah olarak sayıyordum. Düğünler olurdu, ailece davet edilirdik. Ancak çalgılı ve içkili olduğu için, bunu haram sayıp gitmeyi ret ederdim. Yine sakal bırakmıştım. Çünkü bize o dönemde, sakalını kesmek, Peygamber efendimizin sünnetine göre haramdır diye öğretmişlerdi. Yani camiler bizi çok aşırı bir nesil olarak yetiştirdi. Bundan dolayı o dönemlerde hiç Alman arkadaşım olmadı. Bu konularla ilgili Hocalar, “Yahudi ve Hıristiyanların dinine mensup olmadığınız sürece onlar sizi asla sevmezler gibi ”vaazlar verirlerdi. Bu vaazlar tabi ki bende etkili oluyordu. Öyle ki, “demek ki öğretmenim beni kendi dinine çekmek için beni bu kadar seviyor” diye düşünüyor, inanıyordum.
Peki, ailenizin buna karşı yaklaşımı neydi?
Babam tamamen bu duruma karşı çıkardı ve “oğlum, sen neden bu kadar aşırı oldun” diye tepki gösterirdi. Yani benim Babam diğer gençler gibi gezmemi ve eğlenmemi de isterdi. Daha doğrusu normal yaşamamı isterdi.
DİN GÖREVLİSİ OLMAK EN BÜYÜK İDEALİMDİ
Gelişiminiz, hatta yükselişiniz camideki cemaat tarafından takdirle karşılanıyor muydu?
Tabi ki, çok hızlı gelişiyordum. Ben camide Kuran’ı ve Arapçayı öğrendim. Özel dersler aldım. Ve Hocalar beni özellikle diğer gençlere örnek gösterirlerdi. Zaman içinde artık tek bir idealim vardı. Artık bir Din Görevlisi, yani Hoca olmak istiyordum.
Ayrıca şunu da eklemek isterim ki, yine bu dönemde beni Türkiye’de İmam Hatip Lisesi’nde okutması için Babamdan çok ricada bulundum. Ancak babam bu isteğimi kabul etmedi. Böylece din görevlisi olma hayalim gerçekleşmedi.
Bu aynı zamanda Milli Görüş’e doğru giden yolun kapılarını açtı ve Milli Görüş’ün liderlerini tanıdığım dönem oldu...
Evet, aynen... Birde cami hocaları dışında, Refah Partisi’nden siyasetçiler gelirdi. Camide kürsüye çıkıp, cemaate dönük konuşmalar yaparlardı.
Yine Refah Partisi’nin önde gelen isimlerden olan Şevket Kazan, Oğuzhan Asiltürk, Süleyman Arif Emre, Ibrahim Halil Çelik, Hasan Hüseyin Ceylan, Halil Ürün, Tayyip Erdoğan ve Şevki Yılmaz, Melih Gökcek, Mustafa Kamalak vs. ile tanıştım. Ayrıca Milli Görüş Genel Merkezi’nin ayda bir düzenlediği toplantılara katılırdım.
17 YAŞINDAYKEN ERBAKAN HOCA’YLA TANIŞTIM
Peki, Bize biraz Milli Görüş’teki yıllarınızla ilgi daha detaylı bilgiler aktarabilir misiniz? Milli Görüş yaşamınızda nasıl bir yer edindi?Çünkü sizi Türk ve Alman kamuoyu Milli Görüş kimliğinizle ve çalışmalarınızla tanımaktadır.
Ben 15 yaşındayken, yani 7. sınıf öğrencisiyken, Milli Görüş’ün fahri bir üyesi oldum. İlk önce caminin yönetimindeydim, yani Sekreterdim. Yine bu dönemlerde yani 17 yaşındayken, Necmettin Erbakan hoca Milli Görüş’ün eski Başkanı Dr. Zeynel Abidin’in cenazesi için Almanya’ya gelmişti. Bu Almanya’ya gelişinde Berlin İslâm Vakfı Salonu’nda yapılan sohbet toplantısında Necmettin Erbakan hoca ile tanıştım.
Daha sonra Milli Görüş’ün bütün faaliyetlerine katılım göstererek, en aktif kişilerden biri haline geldim. 21 yaşındayken, Milli Görüş’ün yönetiminden bir teklif gelmişti. O dönemde ben Hukuk öğrencisiydim ve yeni eğitimime başlamıştım. Yönetim, bir hukukçuya ihtiyaç olduğunu söylemişti. Ve bu görev için bana talip olduklarını ve bundan sonra Milli Görüş’ün İdaresi’nde çalışacağımı söylemişlerdi. Ben, “çalışırım” dedim. Bunun üzerine yapmam gereken çalışmaları aktardılar ve beni maaşlı olarak çalıştıracaklarını söylediler. O zaman Hocalar dışında kimse maaşlı çalışmıyordu. Herkes Allah rızası için çalışırdı.
Ben, öğrencilik dışında o dönemde ağırlıklı olarak hafta sonları bir güvenlik şirketinde çalışıyordum ve geçimimi bu işten aldığım 1000 ila 1200 Mark arası maaşla temin ediyordum. Milli Görüş’ün yönetiminde yer alan arkadaşlar bunu öğrenince, bana “bu parayı biz sana verelim. Bizim bir hukukçuya ihtiyacımız var. Gel bizim hukukçumuz ol” dediler. Ben görevi kabul etmekle birlikte para almayı ret ettim. Çünkü Allah rızası için yapılan çalışmalar karşılığında para almayı çok günah sayıyordum.
Bu arada ben 17 yaşındayken ve Lise’de okurken, Milli Görüş bana burs vermeyi teklif etmişti. O dönem Zekaat Komisyon Başkanı beni camiye çağırdı ve “biz karar aldık. Bundan sonra sana bu kadar burs vereceğiz” dediler. Hatta ilk bursu hazırlayıp bana vermek istediler. Fakat ben kabul etmedim. Onlar vermek istediler fakat ben her defasında ret ettim. Başkan tabi ki bu duruma şaşırdı ve “nasıl almazsın, senin durumun zaten iyi değil, biliyoruz” dedi. Yönetimdeki arkadaşlar da bu konuda çok ısrarcı oldular.
Ben ise hep karşılıksız çalışmayı seviyordum. Örneğin o dönemde Emir Sultan Cami’nin tüm temizliği ile ben ilgilenirdim. Hatta başka bir arkadaş temizlediğinde moralim bozulurdu. Yani bunu hep doğal sorumluluğum gereği olarak yapardım. Ve yaptığımda da çok mutlu olurdum. Aslında sadece temizlik sorunu değil, bir bütün olarak cami ve cemaatin hizmetindeydim. Hem bürokratik işlemleri hal ediyordum, hem tercüman olarak çalışıyordum ve hem de dairelere eşlik ediyordum. Sonuç olarak Milli Görüş bana bir türlü burs vermeyi başaramadı. Vermek istediler ama veremediler.
İLK BAŞARI CAMİYİ İCRA’DAN KURTARMAKTI
Hukukçu olma teklifine döneceğim... Ben kesinlikle maaş almayı ret ettim ve “maaşsız da bu çalışmayı yürütürüm” dedim. Arkadaşlar bunun üzerine, “başka bir yerde çalışarak, bu çalışma da faydalı olmazsın” dediler. Daha sonra benim de çok sevdiğim, saydığım İslâm Federasyonu’nun Başkanı Nail Hoca, “eğer bunu kabul etmezsen, Allah katında sorumlu olursun. Çünkü biz bir dava için, bir avukata 10 bin Mark para verdik. Fakat hiç başarılı olamadı” dedi.
Milli Görüş’ün bana hukukçu olarak talip olmamın asıl sebebi ise, benim Freie Universitat (Hür Üniversitesi) Hukuk okumaya yeni başlamış olmamdı. Öğrenimin ikinci ayındaydım. Cami Başkanı bir gün benim bir akrabama, “camiye çıkış verildi. Tahliye davası açıldı. Davalar kaybedildi. Yakında da icra memuru gelecek. Acaba Abdurrahim bizim dosyalara bir bakabilir mi?” diye sormuş. Akrabam bu durumu bana iletti. Ben de “bakarım” dedim.
Daha sonra cami Başkanı’nın yanına gittim. Bana tüm dosyaları teslim etti. Ve ben dosyaları inceledim. Hatta bu konuyu Profesörümle de konuştum. Kamu Hukuku Profösörüm Dr. Kunig aynı zamanda Berlin Anayasa Mahkemesi’nde hâkimdi. O da bana nasıl yapmam gerektiği konusunda bazı ipuçları verdi. Davayı Anayasa Mahkemesine taşıyacağımı anlayınca, temkinli konuşmaya başladı ve şimdi ben orada hâkimim, onun için konuşmam pek uygun olmaz dedi. Bende, sahip olduğum eski bir daktilo ile bir savunma yazdım. O dönemde Berlin Anayasa Mahkemesi yeni kurulmuştu. Bende Mahkeme’ye, direk Anayasa Mahkemesi Başkanı Finkelnburg`un bulunduğu odaya giderek, durumu anlattım ve bu olayda caminin Alman Anayasası’na göre temel haklarının (Grundrechte) ihlal edildiğini, alt mahkemelerin bu özgün durumları gözetmediğini, buranın bir cami, bir ibadet yeri olduğu ve dini uygulama özgürlüğünün (Religionsausübungsfreiheit) geçerli olacağını belirttim ve savunmayı verdim.
İcra memurlarının gelmesine iki gün kalmıştı. İcra memurlarıyla irtibata geçerek icranın geciktirilmesi konusunda ricada bulundum. İcra memuru bana, “Anayasa Mahkemesi Başkanı simdi beni aradı ve icrayı durdurmamız gerektiğini söyledi” dedi. Böylece icra, Anayasa Mahkemesi tarafından resmi olarak durdurulmuş oldu.
O dönemde ben birinci sınıf hukuk öğrencisiydim. Yani öğrenime yeni başlamıştım. Diğer tarafta avukatlara her dava için 10 ila 15 bin Mark para verilmişti. Ayrıca avukatlar camiyi icradan kurtarmamızın hiçbir şansımızın olmadığını cami yöneticilerine vurgulamışlardı. Ancak buna rağmen birinci sınıf öğrencisi olarak başvurdum ve icrayı durdurdum. Tabi ki bu olay kısa sürede Berlin’de yayıldı. Ayrıca daha önce bu olayla ilgili Yabancılar Sorumlusu ve Belediye Başkanı’yla da görüşülmüş, fakat her iki görüşmede de sonuç çıkmamıştı. Çünkü binanın devlete değil, özel mülkiyete ait olduğunu belirtmişler ve müdahil olamayız demişlerdi.
Tabi ki sonucu telefon üzerinden Cami Başkanı olan Osman Yıldız’a iletirken, çok şaşırmıştı, inanamamıştı. Hatta bana, “burada, önümde olsan da seni alnından öpsem” demişti.
İşte bu olay Milli Görüş’ün İdari Heyeti’nde, Genel Merkezi’nde büyük bir etki yapmıştı. Bunun üzerine bana bu teklifi sunmuşlardı. Ve sonuçta İslam Federasyon Başkanı Nail Hoca beni Hukuk Danışmanı olmam konusunda ikna etti. Sıfatım Hukuk Danışmanıydı ancak ben bir avukat gibi çalışıyordum. Herkes bana kısa bir süre sonra “avukat bey” ya da “avukat çocuk” diye hitap etmeye başladı. Oysa ben bir avukat değildim, birinci sınıf öğrencisiydim.
Siz Milli Görüş’te sadece Hukuk Danışmanı olarak mı çalıştınız? Yoksa daha sonraki dönemlerde Milli Görüşte farklı alanlarda da görev aldınız mı?
Evet, çok farklı alanlarda da çalıştım... Ve zaman içinde sadece hukukçu kimliğimle değil, fiili bir Başkan gibi çalıştım. O dönemde İslam Federasyonu’nun, İslam Vakfı’nın, İslam Cemaati’nin ve Milli Görüşe bağlı tüm derneklerin yönetiminde değildim, ancak asıl çalışmalarını yürüten, yetkiyi kullanan kişi hep bendim. Bunun sonucunda açılan mahkeme ve davalarda, sorumlu kişi olarak hep ben gösterilirdim. Ayrıca proje çalışmalarını ve tüm üye derneklerin dışarıya karşı temsilini de ben yürütürdüm.
Tabi ki yetkililer bu durum karşısında çok şaşırıyorlardı. Çünkü İslam Vakfı’nın, İslam Federasyonu’nun, İslam Koleji’nin vs. diğer üye cemiyetlerin mahkemeleri olduğu zaman, karşılarında hep beni, yani aynı kişiyi görüyorlardı. Ve o dönemde idarecilerin ve cemaatin bana oldukça büyük bir güveni vardı. O kadar ki, bazı konularda yönetime danışmaya bile ihtiyaç duyulmazdı. Her zaman, “sen nasıl uygun görüyorsan, öyle yap. Sana fikir verecek durumda değiliz” deniliyordu. Bunun üzerine bende birçok çalışmalarımı kendi insiyatifimle gerçekleştiriyordum ve sonuçlarını yönetimdeki arkadaşlara aktarıyordum. Bu tarihlerde başarıdan başarıya koşuyordum.
Peki, İslâmi çevreler dışında diğer parti, örgüt, kurum ve kuruluşlarla bir irtibatınız var mıydı?
Evet, ben genellikle farklı grupların ve örgütlerin yer aldığı toplantılara katıldım. Ayrıca Türk Büyükelçiliği’nin, Konsolosluğu’nun yer aldığı toplantılarda da hazır bulundum. Yine Türkiye’den gelen değişik partilerden politikacılarla muhatap oldum. Çünkü buraya gelen Bakan ve politikacılara ben dosyalar hazırlardım. Hatta benim hazırladığım, “Almanya'daki Türk ve Müslüman Cemaati’nin durumunu” içerikli dosyalar dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan Hoca ve birçok bakan, milletvekiline takdim edilmişti.
17 yaşındayken Necmettin Erbakan Hoca’yla tanıştığınızı belirtmiştiniz. Peki, daha sonra Erbakan Hoca sizin başarılarınızdan haberdar oldu mu?
Tabii... Erbakan Hoca’ya Milli Görüş Genel Merkezi’nin raporları gönderiliyordu. Bu raporlarda benim yaptığım çalışmalar ve başarılarımdan da söz ediliyordu. Ayrıca Milli Görüş Genel Merkezi’nin önemli davalarının benim tarafımdan yürütüldüğü bilgisi de yer alıyordu. O dönemlerde Milli Görüş’ün Genel Başkanları Osman Yumakoğulları ve Ali Yüksel ile çok ahenkli çalışmalar yürüttüm. Bu ağabeylerim beni manevi olarak çok desteklediler.
Yine Erbakan Hoca, Başbakan görevindeyken bana görev teklif etti. Hatta Tegel Havaalanında o dönemde Refah Partisi’nin İstanbul Milletvekili olan eski Milli Görüş Başkanı Osman Yumakoğulları’na hazırladığım iş başvurusu belgelerimi takdim etmiştim. Ancak kısa bir süre sonra hükümet düştüğü için, yapılan işlemler yarıda kaldı ve bu görevlendirme hiçbir zaman mümkün olmadı.
BAŞBAKAN ERDOĞAN’LA 2003 YILINDA GÖRÜŞTÜM
Erbakan Hoca’dan sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile görüştüğünüz de biliniyor... Başbakan ile yapılan görüşmeden biraz bahsedebilir misiniz?
2003 yılın da Türkiye Başbakan’ı Recep Tayyip Erdoğan Berlin’e geldiğinde, İslâm Federasyonu Başkanı Nail Dural ile Adlon Oteli’nde özel olarak bir görüşme gerçekleştirdik. Daha önceleri, 20 yaşındayken Avrupa’da verdiği onlarca konferansına da katılmıştım. Ve ilk karşılaşmamız o dönemlerde olmuştu. Adlon Oteli’ndeki görüşmemiz kısa sürdü ama buna rağmen bizimle özel olarak görüşmesine büyük önem atfetmiştik. Görüşmemizde, Berlin’deki Müslümanların, özelde Türk toplumunun durumunu konuşmuştuk. Görüşmede ayrıca Başbakan bize neden Erbakan Hoca ile yollarını ayırmak zorunda kaldığını da anlattı... Aslında görüşmemiz daha uzun sürecekti fakat o dönemde Hristiyan Demokrat Birliği’nin (CDU) Federal Başkanlığını yürüten Angela Merkel’in Başbakan Erdoğan’la bir görüşmesi vardı. Ve böylece bizimle olan görüşmesini sonuçlandırması gerekiyordu. O görüşmede Sayın Erdoğan’a söylemek istediğim ama Merkel´in gelmesiyle söylemediğim husus şuydu: “Sayın Başbakan’ım lütfen Avrupa Milli Görüş Teşkilatı’na dokunmayın”. Ancak söyleyemedim. Sonuçta Sayın Erdoğan teşkilata dokunmadı ama cemaat şu an yüzde doksan AK partili olmuş durumda. İdareciler bile büyük çoğunlukla AK partili olmuş durumda. Ayrıca AK Parti başından itibaren, Avrupa’da Avrupalı Demokratlar Birliği(UETD) adı altında örgütlenmiş olup, Milli Görüş’e farklı bir müdahalesi olmamıştır.
Daha sonra Sayın Başbakan ile Berlin Türk Şehitlik Camii’ni ziyaret etmiştik. Ziyaret sırasında sürekli yanında bulundum.
T.C. BERLİM EĞİTİM ATEŞELİĞİNDE ÜÇ YIL FAHRİ HUKUK DANIŞMANLIĞI YAPTIM
Ayrıca hukuk öğrencisiyken, T.C. Berlin Eğitim Ateşeliği’nde üç yıl boyunca fahri hukuk danışmanı olarak görevde bulundum. Hatta o dönemdeki yetkililer, beni Elçiliğe aldıracaklarını söyleyerek motive ettikleri için, hiçbir zaman bu görev karşısında para talep etmedim. Çünkü Elçilikte çalışmak bir ayrıcalıktı. Tabi ki o dönemde Almanya’ya gelen Eğitim Ateşeliği, ne Almancayı iyi biliyordu, ne de buradaki eğitim sistemini. Bu konuda özellikle eğitimci olmama rağmen Ateşeliğe büyük hizmetler verdim.
Yine bizim cemaat içerisinde hukuk okuyan ilk öğrenci olduğumu da burada belirtmek istiyorum. O dönemde benimle birlikte Alevi toplumundan okuyan sadece bir kaç kız vardı. Fakat bizim cemaatten sadece ben okuyordum. Çünkü o dönemde insanlarımızın kendi ülkelerine geri dönme arzusu çok güçlüydü. Bundan dolayı bizim çocuklarımız daha çok mühendislik, kimya, inşaat, doktorluk gibi bölümlerde okuyorlardı. Örneğin, “ne okuyorsun?” diye sorduklarında, “hukuk” yanıtını alınca, bana çok acıdıklarını hep belirtirlerdi. Çünkü bu bölüm Türkiye’de geçerli değildir. Buna rağmen neden bu bölümde okuduğumu hep merak ederlerdi. Tabi ki bu bakış açısı, Faruk Şen’in bir zamanlar başkanlık ettiği Türkiye Araştırmalar Merkezinin bir araştırmasında ispatlanmıştı. Ve araştırmaya göre 1990, hatta 1995 yıllarına kadar Almanya’da yaşayan Türklerin geri dönme arzusu vardı. Sonradan bu görüş zayıfladı ve Türkler artık kendisini burada toplumun bir parçası olarak görmeye başladı.
1999’DA YÜKSEK İDARE MAHKEMESİ’NDE, 2000’DE FEDERAL DANIŞTAY MAHKEMESİ’NDE ‘İSLAM DİN DERSİ’ DAVASINI KAZANDIM
Alman okullarında ‘’İslam din dersinin okutulması’ davası kamuoyunda geniş yer tutmuştu. Bize bu davanın tüm sürecileri hakkında bilgi verir misiniz? Karşılaştığınız zorlukları anlatır mısınız?
Evet, ben özellikle din dersi davasıyla ilgilendim. Dava, 1980 yılında açılmıştı. Ben 1990’da davayı aldım ve kendim bizzat ilgilendim. Fakat o dönemde bu davayla ilgili deyim yerindeyse umutlar tükenmişti. Ben yine de her şeye rağmen yoğun bir araştırma ve inceleme sürecine girmiştim. Ve sonuçta 1999’da Yüksek İdare Mahkemesi’nde davayı kazandım ve Berlin’in İlkokullarından Lise sona kadar, Müslüman çocuklara, İslâm Federasyon’u vasıtasıyla din dersi verilme hakkını elde ettim. Bu sonuç hem Türkiye’de hem de Almanya’da büyük bir şok yarattı. Hatta Avrupa’yı dahi sarstığını belirtebilirim. O dönemde,’’bu aşırılar her tarafı ele geçirecek” deniliyordu.
Dönemin Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Almanya Cumhurbaşkanı’na, Türkiye Başbakanı Bülent Ecevit de, Almanya Başkanı’na birer mektup yazarak, endişe ve korkularını dile getirmişlerdi. Hatta mektuplarında, “bu kararı kesinlikle uygulamayın. Bu kararı uygularsanız Türkiye-Almanya ilişkileri zedelenir. (...) Bunlar Milli Görüş’tür, aşırıdır ve Türkiye’de şeriatı kurmak istiyorlar. (...) Türk çocuklarımızı bunlara emanet edemeyiz” deniliyordu. Ve tüm bunlar ispatlıdır. Hatta bir kısmı basına da yansımıştı...
Almanya ise Türkiye’ye, “bu mahkemenin vermiş olduğu bir karardır, karışamayız. Biz İdare ve Yürütme olarak ret ettik. Hatta 19 yıl davayı ertelettik. Ancak 19 yıl sonra Yüksek İdare Mahkemesi bu hakkı verdi. Tabi ki biz bu karara itiraz edeceğiz. Olayı, Federal İdare Mahkemesi’ne götüreceğiz. Ancak yargıya müdahale edemeyiz” şeklinde cevap vermişti. Ve daha sonra söylediklerini yaptılar. Karara itiraz ettiler ve davayı Federal Danıştay Mahkemesi’ne götürdüler. Hatta Berlin Yüksek İdare Mahkemesi’nin kapatmış olduğu temyiz yolunu açmayı bile başardılar. Bu konuda Berlin Humboldt Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapan ve çok meşhur olan Prof. Bernhard Schlink’i Avukat olarak tuttular. Temyiz yolunu açtırdıktan sonra biz, “eyvah, Federal Danıştay Mahkemesi’nde bu dava bizim aleyhimize olacak” dedim. Ancak 2000 yılında Federal Danıştay Mahkemesi, altı saatlik bir duruşma sonucunda kararını verdi ve haklılığımızı kat kat vurgulayarak bir kez daha teyit etti. Tabi ki mahkemedeki hâkimler bizi öyle güçlü çıkardılar ki, Yüksek İdare Mahkemesi’nin kararını daha da güçlendiren argümanlarla, haklılığımızı bir kez daha vurguladılar. Ve böylece Devlete yargı yolu tamamen kapatılmış oldu.
BERLİN EĞİTİM BAKANI BÖGER HAKKINDAKİ HAPİS TALEBİM, MAHKEMECE KABUL GÖRDÜ
Berlin Eğitim Bakanı, daha doğrusu Berlin Eyaleti kararı uygulamadı, yani İslam Federasyonu’nu okullara kesinleşmiş mahkeme kararı olmasına rağmen okullara bırakmadı. Kanuni boşluk bulduklarına inanıyorlardı. Öyle ki Devlet, Mahkeme kararlarını uygulamadığı zaman, sadece 2.000 DM para cezası öder ve böylece olay kapatılır diye düşünüyorlardı. Gerçekten de böyle bir kanuni madde vardı.
Ben içtihat yaparak, bu durumun Devletin hukuku tanımaz ve keyfiyet olduğunu bu olayda kıyasla (Analogie) özel hukuk kurallarının uygulanması gerektiğini yani özel kişiler arasında mahkeme kararları uygulanmadığı takdirde 500.000 DM para cezası ödenmesi, ödenmediği takdirde altı ay yetkili kişinin hapis yatması için tekrar Mahkemeye başvurdum. Onlar yeni bir Mahkeme süreci açarak davayı bir 20 yıl daha uzatmaya çalışıyorlardı. Yalnız ben davanın acil Mahkeme olarak görülmesini talep ettim. Hem acil mahkeme talebim hem de yapmış olduğum içtihatlar mahkeme tarafından kabul gördü. Eğitim Bakanı hakkında kesinleşmiş mahkeme kararını uygulamadığından öncelikle ‘200.000 DM ceza ödemesi, ödemediği takdirde 6 ay hapis yatmasını’ acil mahkemeden talep ettim. O tarihte bu olaylar basında geniş yankı buldu ve bir ilk yaşanmıştı.
Devlet Federal Danıştay Mahkemesi’nde onaylanan bir kararı uygulamıyordu. Korkuyorlardı. Bizi aşırı zararlı görüyorlardı. O zaman Milli Görüş çok tehlikeli görülürdü. Sözlü duruşmada mahkeme benim taleplerimin yerinde olduğu görüşünü söyledi. Mahkeme, Eğitim Bakanı’nın Mahkeme kararını uygulaması gerektiğini, aksi takdirde (benim talep ettiğim gibi), “200.000 DM yaptırım gücü olarak hükme bağlanacağını ayrıca 500.000 DM’ a kadar çıkabileceğini ödemediği takdirde de Eğitim Bakanı’nın hapse gireceğini” belirtti. Eğitim Bakanı yetkilileri mahkemenin bu bilgilendirmesinden dolayı kararı uygulayacaklarını taahhüt ettiler. Sonuçta okullara böyle girdik. Başka çareleri de kalmamıştı.
Bu arada şu önemli noktayı da açıkça vurgulamak istiyorum. Berlin Eyaleti’nde din dersi verme hakkı Devlete değil dini cemaatlere aittir. Din dersi tamamen kiliseler ve dini cemaatlerin kontrolündedir. Devletin dersi kontrol etme hakkı kesinlikle hukuken yoktur ve müfredata da karışamamaktadır. Korkuları da zaten buydu. Yani bir aşırı örgütü kontrolsüz okullara bırakmak.
Bizim duruşmalarda tüm basın hazır bulunurdu. Ben de o duruşmada o an aklıma gelen ve hiçbir kişiyle istişare etmeksizin Mahkeme heyeti ne dönerek şu taahhütnameyi sözel olarak sundum. “Okul idaresi her an istediği zaman habersiz derslere katılabilir, rapor tutabilir ve aynı zamanda hazırlayacağımız müfredatlar için de Eğitim Bakanı’nın onayını alacağımızı taahhüt ederiz” dedim. Bu taahhüt böylece mahkeme tutanaklarına geçti. Hem Eğitim Bakanlığı yetkilileri, hem hâkimler özellikle basın bu benim taahhüdümle şaşkına döndüler ve çok olumlu tepkiler verdiler. Kendilerince aşırı gördükleri böyle bir kurum nasıl bu kadar şeffaf olabilir diye. Ben açıkça sizin bizi denetlemeye yetkiniz yok ama ben sizin bizi denetlemenizi istiyorum dedim. Bu söylemlerimle kamuoyunda kurumumuza karşı oluşmuş ön yargıları önemli ölçüde yıktım.
Bu arada mahkemeden bir kaç gün önce Prof. Dr. Necmettin Erbakan ile (2000’ li yıllar) Frankfurt da Novodel de görüştüm ve olayı kendisini rapor ettim. Merhum Erbakan bana başarılar diledi ve ama Devlet “bu yaptırım paralarını öder yine de sizi okullara bırakmaz” dedi. O arada yeğeni sayın Dr. Mehmet Erbakan lafa girerek, “bu miktarın giderek yükseleceğini ve Eğitim Bakanı’nın seçmenlerine karşı Devletin böyle yüklü bir parayı neden İslam Federasyonu’na ödediğini izah edemeyeceklerini” söyledi. Bu bir ilkti. Basında Eğitim Bakanı Böger 200.000 DM ödeyecek, ödemediği takdirde hapse girecek manşetleri atıldı.
O tarihten itibaren artık kamuoyu tarafından İslâm konuşulmaya başlanmıştı. Yani adeta gündem olmuştu. İslâm nedir? Müslümanlar kimdir? Soruları artık merak konusu olmuştu. Oysa daha önce Almanya’da İslâm olgusu ve Müslümanlar her zaman arka planda yer alıp, kendi halinde bir topluluk olarak gösterilmişti. Ancak bu mahkeme birçok gerçeği ortaya çıkarmıştı. Artık İslam Almanya’nın bir gerçeği olmuştu.
İLK DİN DERSİNİN İÇERİĞİNİ BASIN ORDUSUNUN GÖLGESİNDE TANITTIK
Din dersiyle ilgili ilk gününüzü anlatabilir misiniz? İlgi ne düzeydeydi?
Biz öncelikle iki okulda din dersi vermeye başladık. Yaz tatili bittikten sonra din dersi öğretmeniyle birlikte Wedding semtinde bulunan bir İlköğretim Okuluna gittik. Diğer okula gitmesi gereken din dersi öğretmenini ise başka bir arkadaşımız götürdü. Okula vardığımızda bizi büyük bir basın ordusu ve öğretmen topluluğu karşıladı. Hatta teleziyonlar, kameralar hazır vaziyette bekliyordu. Sanırım gelişimizle ilgili Okul Senatörü basını bildirmişti. Tabi ki böylesi bir manzarayla karşılaşacağımızı hiç beklemiyorduk. Daha sonra bizi okula davet eden müdürle birlikte konferans odasına geçtik. Beni ise odanın ön tarafına aldı ve Cemaatin çalışmaları ile hedefleriyle ilgili brifing vermemi istedi. Tabi ki İslâm Cemaati ve İslâm Federasyonunu tanıttıktan sonra, öğretmenlerden gelen soruları yanıtladım. O kadar sorular vardı ki, adeta soru yağmuruna tutulmuştum. Örneğin, “siz kimi temsil ediyorsunuz?”, “Aleviler, Almanlar da sizin dersinize katılabilecek mi?” vb. sorular...
Soruların ardından okuldaki bütün sınıfları basın eşliğinde gezdik. Orada da sınıf öğretmenlerine kendimizi tanıtma imkânını bulduk. Ayrıca okullarında din dersi verileceği yönünde öğrenciler bilgilendiriliyordu. Tabi ki yanımızda sürekli bir basın ordusu olduğu için bazı endişelerim vardı. Örneğin, kendi kendime ‘ya öğrencilerin derse ilgisi zayıf olursa’ diye söyleniyordum. Çünkü basın bunu çok olumsuz kullanacaktı ve ellerinden gelirse “din dersine ilgi ve rağbet yok” diye manşet atacaktı. Yoksa neden bu kadar kalabalık bir basın okulda hazır bulunsun ki...
Daha sonra öğretmen sınıfa dönüp, “kim katılmak istiyor?” diye sordu. Endişeler tabi ki devam ediyordu. Ancak öyle bir ortam oldu ki, tüm Müslüman öğrenciler ellerini kaldırarak, “ben, ben, ben” diye bağırdı. Hatta bir Bosnalı öğrenci, öğretmenine “ben mutlaka katılmak istiyorum” diye dayattı. Yani bütün sınıflardaki Müslüman öğrenciler katılacağına dair söz vermişti. Hatta bazı sınıflarda Alman öğrenciler dahi ilgi göstermişti. Ancak Cemaat olarak almış olduğumuz karara göre, şu anda dersin sadece Müslüman öğrencilerini kapsadığını belirttik. Tabi biz şimdi “Almanları da İslâm din dersine katılmasını” sağlayacağız biçiminde bir karar alsaydık, bize “öğrencileri devşiriyorlar” diye suçlama yapacaklardı. Kısacası, o gün bizim açımızdan tarihi bir gündü. Okulda yaşadığımız manzara ve özellikle Müslüman öğrencilerin ilgisi beni çok ama çok derinden etkilemişti.
ALMAN İSTİHBARAT RAPORLARINDAN İSLAM FERASYONU’NU ÇIKARTTIM
Tekrar Milli Görüş konusuna dönmek istiyorum... Almanya’nın Milli Görüş’e bakış açısı neydi ve nedir?
Milli Görüş, Verfassungsschutz (Anayasa Koruma Dairesi/ İstihbarat Teşkilatı’nın) hazırladığı yıllık istihbarat raporunda geçiyordu. Ayrıca Milli Görüş’e bağlı kurum-kuruluşlar da bu raporlarda yer alıyordu. Tabi ki raporlarda yer alan ifadelerden dolayı benim çalışmalarım deyim yerindeyse baltalanıyordu. Projeler hazırlıyordum ve bunu değişik mercilere sunuyordum. Ancak sürekli, “siz Milli Görüş’e bağlısınız. Milli Görüş’ün bir yan kuruluşusunuz. Sizinle çalışamayız” sözleriyle karşılaşıyordum. Bende, “biz Milli Görüş’le işbirliği yapıyoruz ama bizim kendi tüzel kişiliğimiz var. Biz İslâm Federasyonuyuz, biz İslâm Cemaatiyiz, biz İslâm Vakfıyız” diye yanıt veriyordum. Fakat onlar, özellikle de Berlin eski Yabancılar Sorumlusu Barbara John “yok, bunlar ayrı isimler adı altında örgütleniyor fakat hepsi aynı çatı altında” diyordu. Bu yabancılar sorumlusu kendisini Türk dostu olarak gösteren ama onun ötesinde büyük bir İslam düşmanıydı. Böylece projelerimiz baltalanıyordu. Buna rağmen bazı önemli projeleri büyük bir mücadeleyle kabul ettirmeyi başardım.
Birde şu hususu vurgulamak istiyorum. İslâm Federasyon’u, istihbarat tarafından izleniyordu ve bu durum istihbarat raporlarında da yer alıyordu. Ve biliyorsunuz bu durumda izlenmek, anayasaya düşman olduğunuzu gösteriyor. Tabi ben göreve gelir gelmez bu duruma el attım. İslâm Federasyonu istihbarat raporlarında yer aldığı ve bu kurum tarafından izlendiği müddetçe, başta din dersi hakkı olmak üzere hiçbir hakkı alamayacağımız sonucuna vardım. Çünkü hiçbir mahkeme, anayasaya düşman olan bir organizasyona din dersi hakkını vermez.
Dolayısıyla Federasyonu raporlardan çıkarmak ve izlenmesini son vermek için, Verfassungsschutz’a (Anayasa Koruma Dairesi/ İstihbarat Teşkilatı) durumu izah eden bir itiraz dilekçesi yazdım. Dilekçede İslâm Federasyonu’nun amaçlarının yanı sıra, Almanya kanunları çerçevesinde çalıştığını, buradaki anayasayı, kendi anayasası olarak kabul ettiğini, aşırı faaliyette bulunmadığını ve amaçlarını sadece hukuk çerçevesinde gerçekleştirdiğini yazdım. Tabi ki hukuki gerekçeleri de dile getirdim.
Yaklaşık üç ay sonra Verfassungsschutz’tan cevap geldi. Yazıda, gönderilen dilekçenin dikkate alındığını, samimi olduğumuza inandıklarını, izlemeyi derhal durduracaklarını ve istihbarat raporlarında artık işlenmeyeceğini belirttiler. Bu olay tabi ki cemaat tarafından çok büyük bir başarı olarak karşılanmıştı ve böylece Alman kurumlarıyla çalışmalarımızda büyük bir engel de kalkmış oldu.
ALMANYA’DA İLK TANINAN İSLAMİ DİNİ CEMAAT İSLÂM FEDERASYONUDUR
Konu İslâm Federasyonu’ndan açılmışken, İslâm Federasyonu Almanya’da tanınan ilk Müslüman dini cemaattir. Ve şu an bile Almanya’da tek tanınan Müslüman dini cemaattir. Berlin Anayasa ve kanunları diyor ki, “din dersi, dini cemaatler tarafından verilir.” Ayrıca cemaat olma şartları aranıyor. Biz önce İslâm Federasyonu dini cemaat olarak mahkemeye tanıttık, ondan din dersi hakkını elde ettik. Biliyorsunuz, “Zentralrat der Muslime” (Merkez Konseyi) ve “İslamrat der Muslime” (İslam Konseyi) gibi çatı örgütleri var. Bunlarda mahkemeye başvurarak, “bizde dini cemaatiz. Bizde din dersi verme hakkını şu eyaletlerde istiyoruz” dediler. Hatta Federal Danıştay Mahkemesine kadar gittiler ve kaybettiler. Danıştay gerekçe olarak onların dini birlik olduklarını ve dini cemaat şartlarını yerine getirmediklerini söylediler. Dolayısıyla bu iki çatı örgütü daha bugüne kadar bu statüyü elde edememişlerdir.
Tekrar İslâm Federasyonu’nun İstihbarat raporlarından çıkması konusuna döneceğim... Şimdi Milli Görüş Genel Merkezi Başkanı Osman Yumakoğulları ve Genel Sekreteri Ali Yüksel de aynı içerikte bir dilekçe hazırlayıp Milli Görüş`ün istihbarat raporlarından çıkmasının ve izlenmesinin durdurulması için benim çalışma yapmamı istediler. Fakat bu maalesef kabul görmedi. Yani başaramamıştım... Çünkü Devlet, Milli Görüş’ün İsrail ve Yahudi aleyhtarı propaganda yaptığını söylemişti. Bu konuda Erbakan Hoca’nın, “Hitler, Yahudi sorunu iyi gördü ve tespit etti ancak uygulaması yanlıştı” biçimindeki konuşmasını referans olarak göstermişti. Ayrıca Verfassungsschutz, “biz Yahudi düşmanı Milli Görüşü istihbarat raporlarında çıkarırsak, bu Almanya-İsrail devletinin ilişkilerini zedeler” dedi. Oysa Erbakan hoca Yahudiliğe değil Siyonizm karşı çıkıyordu.
2000’den sonra Almanya’nın yaklaşımı ve tavrı değişti. Doğru, Milli Görüş bugün de Verfassungsschutz’un (Anayasa Koruma Dairesi/ İstihbarat Teşkilatı) hazırladığı yıllık istihbarat raporlarında kuvvete başvurmayan kurum olarak yer alıyor. Fakat öyle inanıyorum ki, Milli Görüş bir-iki yıl içinde tamamen istihbarat raporlarında çıkarılacaktır.
İSLÂM CEMAAT’İN DOĞUŞU
Mülakatımızın önemli bir bölümünü teşkil eden şüphesiz Almanya İslam Cemaati’dir. İslam Cemaati nerde ve ne zaman kuruldu? Neden böylesi bir Cemaate ihtiyaç duyuldu?
İslâm Cemaati kuruluşunda ben yoktum. İslâm Cemaati 1 Mart 1990 tarihinde A.M. Younes adında Filistinli bir diplomat tarafından kuruldu. Cemaat, 1 Mart 1990 tarihinde Doğu Almanya Cumhuriyeti tarafından resmi olarak kabul görüldü ve Cemaat tüm Doğu Almanya’da kendini dini cemaat olarak tanıttı. O zaman ki Almanya Sosyalist Birlik Partisi, SED’den 75 milyon DDR Mark bağış aldılar. SED, o dönemde yaklaşık 3 milyar DDR Mark’ını dini cemaat, sivil toplum örgütü ve kurum-kuruluşlara ayırmıştı. İslâm Cemaati, ayrılan fon’dan 75 milyon DDR Mark’ı almıştı. Daha sonra bizim Abilerimiz bu kuruluştan haberdar oluyorlar ve hemen irtibata geçiyorlar. Bir kaç görüşmeden sonra güç birliği konusunda bir anlaşma sağlanıyor ve Milli Görüş ile İslâm Cemaati arasında birleşme meydana geliyor. Ve böylece ortak çalışmalar başlıyor...
Tabi ki bu Cemaat tüm Doğu Almanya çapında kuruluyor ancak merkezi olarak Berlin’de örgütleniyor. Çünkü Doğu Almanya’da kalabalık bir Müslüman nüfusu yoktur. Ve dikkat ederseniz Cemaat, kendisini dini bir kurum olarak Doğu Almanya Devleti’ne tanıtıyor. Buradan anlaşılıyor ki Cemaat’in asıl hedefi İslâm’ı kurumsallaştırmak. Ancak bir yıl sonra İslâm Cemaati’ne ayrılan 75 milyon değerindeki DDR Mark’ı devlet (Federal Almanya Hükümeti) tarafından el konuldu. O dönemde bende İslâm Cemaati’yle tanıştım ve paranın tekrar alınması için bizzat görevlendirilmiştim. Ancak para bugüne kadar daha alınmış değil. Hala bu davayla ilgili çalışmalarımız devam etmektedir.
İSLÂM CEMAATİNİN 100 MİLYON AVROSU VAR
Yani 22 yıldır size ayrılan bu fonu geri alamadınız?
Biz İdare Mahkemesi ile Yüksek İdare Mahkemesi’nde davayı kazandık. Bu mahkemeler el konulan paranın İslam Cemaati’ne geri ödenmesine hükmetti. Ancak Devlet davayı Federal Danıştay Mahkemesine taşıdı ve orada da kaybettik. Federal Anayasa Mahkemesi ise davamızı kabul etmedi. Sonradan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) gittik. AİHM davamızı ret etti. Şu anda Federal Almanya Meclisi’ndeki Dilekçe Komisyonu (Petitionsausschuss), olayı incelemeye değer gördüğü için inceleme altına aldı.
Komisyon ayrıca Federal Almanya hükümetinden savunma talep etti. Hükümet de savunmasını yaptı ve şu anda olayla ilgili karar aşamasındayız. Takriben 6 ay içinde sonuçlanacaktır. Eğer Komisyon da bunu ret ederse, Uluslararası Tahkim Mahkemesi'ne gitmeyi düşünüyoruz. Çünkü o dönemde başta Yahudi Cemaati olmak üzere, birçok dini cemaat, sivil toplum örgütü, kurum ve kuruluş bu fondan faydalanabildi. Sadece bizim paramıza el konuldu. Bu da eşitlik prensibine ve hukuka tamamen aykırıdır.
Tabi ki cemaat olarak bu parayı alacağımıza kesin gözüyle bakıyoruz. Çünkü elimizde olumsuz da olsa mahkeme kararları var. Hatta bilirkişi raporu dahi belgelerimiz arasında bulunmaktadır. Bu raporu Doğu Alman çek yasasını hazırlayan Sayın Proseför Posch’a yazdı. Sayın Posch’a göre de, Yüksek Mahkeme’nin çek yasasını yanlış yorumladığını ve Doğu Almanya kanunlarına göre bu paranın verilmesi gerektiğini belirtiyor.
Konuyla ilgili bir anlaşma da gündeme gelebilir. Örneğin Parlamento Komisyonu, tarafları anlaşmaya davet edebilir. Bu durumda sizin bir taraf olarak bu öneriyi kabul edip, anlaşmaya varmak zorundasınız. Yani demek istediğim böylesi bir seçenek de karşımıza çıkabilir.
Tabi ki eğer bu parayı geri alırsak, bunu tamamen Almanya'daki cemaatimizin ihtiyaçlarına göre kullanacağız. Örneğin bu konuda, toplumun tüm katmanlarına hitap eden, hizmet veren, büyük bir İslâm Kültür Merkezini kurmak istiyoruz. Kaldı ki o dönemde bu para (fon) da bu amaçla verilmişti. Ayrıca belirteyim ki, şimdi bu para, faizi ile beraber 100 milyon Avro’ya yaklaşmış durumda.
Bu miktarı tabi ki daha önce geri alabilirdik ancak diğer hizmet ve projeler de yaşandığı gibi, cezaevi sürecim, bu durumu da olumsuz etkiledi.
DOĞU ALMANYA DEVLET BAŞKANIYLA İSLÂM DİNİNİN RESMEN TANINMASINI MASAYA YATIRDIK
Cemaatin, Doğu Almanya’da kurulduğunu söylediniz... Bu konuda bildiğimiz kadarıyla Eski Doğu Almanya'nın son Devlet Başkanı’yla da bir görüşmeniz oldu... Görüşmenin içeriği konusunda bize biraz bilgi verebilir misiniz? Ne konuştunuz, hangi konuları masaya yatırdınız?
Öncelikle görüşme talebi benim tarafımdan geldi. Çünkü İslâm Cemaati kurulduğu zaman, Cemaati resmi olarak dini cemaat olarak tanıyan Eski Doğu Almanya'nın son Devlet Başkanı Lothar de Maiziere idi. Ancak Cemaati tanıdığı tarihte Devlet Başkanı, Kiliselerden Sorumlu Bakan olarak görev yapıyordu. Bundan dolayı görüşmeyi özellikle Onunla gerçekleştirmek istedik.
Görüşmede, “Cemaati resmi olarak tanımanız, Federal Almanya’daki Körperschaft des öffentlichen Rechts (kamu tüzel kişiliği) anlamına gelir mi? Ayrıca bu tanınma Federal Almanya’da, birleşmeden sonra da geçerli mi?” diye sorarak, görüşünü almak istedik. Devlet Başkanı bana, “ben sizin eski Başkanınızı çok iyi tanıyorum. Cemaat’in tanınması için eski Başkanınızdan müracaatınız geldi. Ancak aynı gün Yahudi Cemaati Adass Jisroel’den de tanınma talebi geldi. Oysa ben uzun dönem Adass Jisroel’in avukatıydım, yani taraftım. Bunun üzerine İslâm Cemaati de gelince, açıkçası korktum. Ve sorunu, yükü üzerimden atmak için tanımadım ve sorunu Bakanlar Kurulu’na getirdim. Kurul toplantısında, ‘iki müracaat var. Bunlar dini cemaat olarak tanınmak istiyorlar. Ben karar vermek istemiyorum. Kararı size bırakıyorum’ dedim. Sonuçta, Bakanlar Kurulu kararıyla, dini cemaat olarak hem Adass Jisroel’i hem de İslâm Cemaati’ni tanıtırdım. Ve de Maizere bana bu tanınma kararının Federal Almanya için geçerli olduğunu belirtti.
Ayrıca Başbakan olarak, Doğu Almanya’nın almış olduğu tüm kararların, Federal Almanya’da, yani birleşmeden sonra, Birleşmiş Almanya’da geçerli olması için çok uğraştığını söyledi. Ancak Federal Almanya bunu kabul etmek istemediğini, onun buna karşı çok direndiğini ve olayı Einigungsvertrag’a (Doğu ve Batı Almanya'nın birleşmesini öngören 31 Ağustos 1990 tarihli anlaşma), yani 19. maddeye yazdırdığını söyledi. Bana bu karar Birleşmiş Almanya’ya bağlayıcıdır. Siz mücadelenize devam edin. Ben mahkemede şahit olarak da katılmaya hazırım. Kiliselere tanılan bu hak sizin için de geçerlidir” dedi.
Kamuoyu sizi özellikle Almanya’da yaşayan Müslümanların dini eğitim alabilmeleri konusunda etkin çalışmalar yürüttüğünüzü biliyor... Peki, okullarda İslam Eğitim fikri nasıl gelişti ve şekillendi?
Şimdi bu hak İlkokul’dan Lise’nin son sınıfı kapsıyor. Şüphesiz Almanya’da İlahiyat Fakülteleri olmadığı için, kaliteli eleman bulma zorunluluğu var. Biz de talep gelen okullarda bu dersi veriyoruz . Fakat bizim amacımız, Türklerin, Müslümanların yaşadığı her yerde bu eğitim hizmetini verebilmektir. Asıl gayem ise Doğu Almanya’da alınan, İslâm dininin Almanya’da resmi bir din olarak tanınması, yani Körperschaft des öffentlichen Rechts (kamu tüzel kişiliği) hakkını, Federal Almanya’ya tanıtmaktır. Bu açıdan daha nihai amacımıza ulaşmış değiliz...
Tabi ki bu eğitimin maddiyat boyutu da var. Çünkü devlet bu dersin %90’ını finanse ediyor. %10’unu Cemaat karşılamak zorunda kalıyor. Maalesef İslâm din dersi, resmi okul karnesine işlenmiyor. Ancak her öğrenciye, eğitim dönemi sonrasında bizim tarafımızdan Sertifika veriliyor.
HUMBOLDT ÜNİVERSİTESİ’NDE İLAHİYAT FAKÜLTESİNİN KURULMASI İÇİN PRENSİP ANLAŞMASI İMZALADIK
Yine 2006 yılında Humboldt Universitesi bünyesinde bir İlahiyat Fakültesi kurulması konusunda, Üniversite Rektörü ilahiyatçı (tanrıbilimci) Christoph Markschies ile bir prensip anlaşması imzaladık. Görüşmeye ayrıca rektör yardımcısı ve İslâm Bilimi Profesörü Peter Heine de katıldı.
Fakülte fikrinin büyük bir başarı olmasına rağmen, kısa bir süre sonra oluşturulması mümkün değildi. Bunun için önümüze 10 yıllık bir planlama koyduk. Hatta rektör, “büyük başarılar, küçük adımlarla başlar. Biz bugün küçük adımı attık. Önemli olan da küçük adımı atabilmektir. Biz bu adımı attık” dedi. Görüşmede özellikle, İlahiyat Fakültesi’nin neden önemli olduğu, Almanya’da İslâmi Bilimlerin neden zayıf ve yetersiz kaldığı, yine İmamların neden burada yetişmesi gerektiği konularını çok geniş bir biçimde tartıştık. Tabi ki ben, “bu konuya öğrencilerden de talep olur. Çünkü öğrencilere iş garantisi de veririz. Örneğin Fakülte’den mezun oldukları zaman, onları din dersi öğretmeni veya İmam olarak işe alabiliriz” dedim.
Din dersi öğretmeni tabi ki çok cazip bir şey. Çünkü Berlin kanunlarına göre, din dersi öğretmeni diğer öğretmenlerle aynı eşit haklara sahiptir. Bu konuda kesinlikle bir ihmalkârlık söz konusu değildir. Hatta maaşları dahi aynıdır. Örneğin bir matematik, sınıf öğretmeni ve Almanca öğretmeni ne kadar maaş alıyorsa, din dersi öğretmeni de aynı maaşı alıyor. Yani maaş statüsü aynıdır. Ayrıca din dersi öğretmeni kurulun bir parçasıdır ve diğer öğretmenler gibi toplantı, konferanslara katılım hakkı vardır.
Ancak cezaevine süreciyle, birçok çalışmada olduğu gibi, Fakülte çalışması da baltalanmış oldu. Ancak yine de geç değil ve böylesi bir çalışma tekrar başlatılabilir diye düşünüyorum.
DÜNYA BÜYÜKELÇİLERİYLE İSLÂM DİYALOG SÜREÇİNİ BAŞLATTIK
Sizin toplumsal pek çok konuyu ve davayı yürüttüğünüz bilinmektedir. Bunlardan bazılarının süreçlerini bizimle paylaşabilir misiniz?
Yine İslâm Cemaati olarak Berlin’de, kamuoyunda tanınan ve tanınmayan yaklaşık 200 ülkenin elçiliklerini ziyaret ettik. Görüşmelerin büyük bir kısmına katıldım. Benim katılamadığım görüşmelere ise yardımcılarım katıldı. Ayrıca her görüşmenin içeriğini yansıtan tutanaklar da yazıldı. Görüştüğümüz her ülkenin elçiliği, önerdiğimiz ‘İslâm diyalogu’ sürecinden oldukça memnun oldular. Hatta işbirliği ve ortak çalışma konularında her zaman hazır olacaklarını da beyan ettiler.
Örneğin İsrail Büyükelçiliği, bizi çok sıcak karşıladı. Almanya’daki dini cemaatlerin problemlerini konuştuk. Bu diyaloga beklenenden daha çok ilgi göstererek, bunun Müslüman ile Yahudiler arasındaki ilişkilerin geliştirilmesinde önemli bir rol oynayacağını belirttiler.
Tabi ki tutuklanmam bu çalışmayı da olumsuz etkiledi. Çünkü görüştüğümüz tüm elçiliklerle ortak proje ve etkinlikler organize etme konusunda anlaşmalar sağlamıştık.
CAMİLERİ BODRUM KATLARINDAN ÇIKARTTIK
Evet, birazda camilerin toplumsallaştırılması üzerinde durmak istiyorum. Almanya’daki Müslümanların din eğitimi konusunda, camilerle ilgili de önemli bir hususu belirtmek istiyorum. Bildiğiniz gibi geçmişte Almanya’daki birçok camimiz ya bodrum katlarında ya da arka cephelerde bulunurdu. Yani deyim yerindeyse kimsenin görmedi, varlığını dahi hissettirmediği yerlerde. Biz ise bu duruma ‘dur’ dedik ve kamu dairelerinde yapmış olduğumuz yoğun çalışmalar sonucu camilerimizi bodrum katlarından kurtarıp, birer Kültür Evleri ve Merkezleri (Kultur Haus) haline dönüştürdük. Böylece camileri sadece cemaat için değil, toplumun her kesimine hizmet eden bir kurum haline getirdik. Örneğin bugün kadın ve gençlere yönelik sosyal aktivite hizmetleri veriliyor. Ayrıca toplumumuzun bürokratik işlemleriyle ilgilenen danışma bölümü yer alıyor. Yine öğrencilerimizin ders yapabileceği, ders alabileceği ve araştırma yapabileceği çalışma odaları ve kütüphaneler bulunmaktadır. Ayrıca berber, alış veriş, çay ocağı, yemekhane vb. hizmetler bugün cemaatimize ve toplumumuzun her kesimine sunulmaktadır.
Ayrıca her yıl tüm Almanya genelinde 3 Ekim günü, dinimizi, kültürümüzü, geleneklerimizi ve çalışmalarımızı kamuoyunu tanıtmak için tüm insanlara kapılarımızı açmaktayız. Bu gün (Tag der offenen Tür) artık Almanya genelinde bir gelenek haline gelmiştir ve bunun baş mimarlarından biri de benim.
FEDERAL SOSYAL MAHKEMESİNDE ÇOCUK PARASI HAKKINI KAZANDIM
Yine bilindiği gibi Türkiye’de okuyan vatandaşlarımız bundan önce çocuklarını Türkiye’ye gönderdiklerinde ikametgâhları (abmelden) sildirmek zorundaydılar. Bilhassa okul idarelerinin durumu mahalli polislere bildirmelerinden dolayı vatandaşlarımız polis tarafından çocuklarının ikametgâhlarını sildirmek zorunda bırakılıyorlardı. Ve bunun sonucunda Türkiye’de çocukları okuyan ebeveynler, çocuk paralarını Almanya’da ikamet edenler gibi alamıyordu. Yani ebeveynler ilk çocuk için 10, ikinci çocuk için 15, üçüncü çocuğa için 20 Mark değerinde çocuk parası alıyordu. Böylesi bir eşitsizlik söz konusuydu...
Oysa ortada Federal Sosyal Mahkemenin kararı olmasına rağmen, maalesef mahalli polisler, yabancı daireleri ve çocuk parası kasalarını mahkeme kararının içeriğini tanımadıklarından dolayı eski uygulamaya devam ettiriyorlardı. Tabi ki bende buna itiraz ettim...
Şöyle ki, polisler, müvekkilimin çocuklarının ikametgâhlarını sildirme kararı aldırmıştı. Bunun üzerine bizde 1996 ‘da Federal Sosyal Mahkemesi’ne gerekçeli itiraz başvurusunda bulunduk. Başvurumuz kabul edildi ve bizim görüşümüz benimsendi. Yani Türkiye’de çocukları okuyan ebeveynler, bundan böyle çocuk paralarını Almanya’da ikamet edenler gibi alacak şeklinde. Yani birinci çocuk için 200, ikinci çocuk için 220, üçüncü çocuk için 300, dördüncü ve beşinci çocuk için 350 Mark.
Ayrıca bu hakkın kazanılması, çocukların ikametgâhları Almanya’da silinmemiş olduğundan oturma ve vize probleminin de artık olmayacağı anlamına geliyordu. Yani biz, çocuk parası ile ilgili böylesi bir hakkı, başarıyı Federal Sosyal Mahkemesi’nde kazandık...
BAŞÖRTÜLÜ ÖĞRETMENLERİN DERS VERME HAKKINI EYALET ANAYASA MAHKEMERİNE TAŞIDIM
Bir de başörtüsü sorununa da kısaca değinmek istiyorum... Ben Müslüman kadın öğretmenlerin, başörtüleriyle okulda ders vermek için, başta Baverya olmak üzere Almanya’nın çeşitli Eyalet Mahkemelerinde davalar açtım. Hatta bir kısmı da Anayasa Mahkemesine de taşındı. Ancak ne yazık ki birçoğu ret edildi. Bugün, bazı yasaklama taleplerine rağmen sadece başörtülü öğrenciler okullara girebiliyor. Fakat öğretmenler konusunda hala sıkıntılarımız devam etmektedir. Ancak hukuki mücadelemiz devam edecektir.
İSLÂM AVRUPA ŞARTLARINA GÖRE YORUMLANIRSA DAHA ÇOK SONUÇ ALINIR
Haklar konusunda sürekli Körperschaft des öffentlichen Rechts (kamu tüzel kişiliği) hakkından söz ediyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?
Şimdi İslâm dininin Almanya’da resmi bir din olarak tanınması, yani Körperschaft des öffentlichen Rechts (kamu tüzel kişiliği), o kadar önemli bir hak ki, bu hakkı aldığınız zaman, Kiliselerle aynı eşit haklara kavuşuyorsunuz. Bu size, Hastahanenizi, İlahiyat Fakültenizi, Okullarınızı, Özel Okullarınızı, Yuvalarınızı vb. kurumlarını açmanızı sağlıyor. Ve tüm bunlar devlet tarafından finanse ediliyor.
Şöyle örnek vereyim, bugün Kiliselere bağlı olan üyelerden toplanan vergi miktarı yaklaşık 20 milyar Avro’dur ve bununla sadece din görevlerinin %70’ine maaşları verilebiliniyor. Diğer hizmetleri, okullar, üniversiteler, hastahaneler ve yan kuruluşlar devlet tarafından yaklaşık 100 milyar Avro’yla finanse ediliyor. Bir de Kiliselerin yan gelirleri var. Örneğin Banka’da hesapları ve belirli yatırımlar için fabrikada ortaklıkları var. Bunlardan yıllık gelen gelir ise 10 milyar Avro’dur.
Tabi ki Federal Almanya bizim için bu hakkı kabul etmek istemiyor. Oysa Müslümanlar Almanya’da ikinci büyük cemaat konumundadır ve yıllardır vergisini de ödemektedir. Bu hakkın verilmemesinin asıl nedeni ise Alman devletine, milyonlarca değil, milyarlarca Avro’ya mal olacağı korkusudur. Birde olaya sadece finansal olarak yaklaşmamak gerekir. Almanya’nın asıl korkusu, kamu tüzel kişiliğinin verilmesi halinde, entegre olmayı sağlayacak İslâmi kurumların kurulmasıdır. Aslında bu Devlet için de çok faydalı olacaktır. Çünkü Devletin de böylece bir muhatabı olacaktır.
Çünkü bunun gerçekleşmesi durumunda, Müslümanlar her kurumda kendi temsilini bulacak. Buna da Almanya kendisini hazır görmüyor... Dolayısıyla bununla ilgili bir başvuru olduğu zaman, sürekli ret ediliyor ve yıllarca mahkemeler devam ediyor. Yani bir netice almaya izin verilmiyor...
KUFE’NİN ŞARTLARI BAĞDAT’IN ŞARTLARIYLA AYNI DEĞİLDİR
Örneğin burada (Almanya’da) Üniversiteler, İlahiyat Fakülteleri kurulursa, din görevlileri burada yetiştirilirse, eğitilirse ve Almanya-Avrupa şartlarına göre İslâm yorumlanırsa çok daha olumlu sonuçlar alınabilir. Oysa biz öğretmenlerimizi, hocalarımızı Türkiye’den ve Arap ülkelerinden getiriyoruz. Ve onlar da buraya uyum sağlayamıyorlar. Özellikle de pedagoji eğitim konusunda başarılı olamıyorlar...
Örneğin şartlara göre fıkıh bile değişiyor. İmam-ı Azam Kufe’de verdiği fetvayı Bağdat’ta değiştirmiş. Çünkü İmam-ı Azam, “Kufe’nin şartları ile Bağdat’ın şartları değişiktir” demiş. Şartlar çok önemli. Türkiye ile Almanya’nın şartı aynı değildir. Bundan dolayı din dersi öğretmenlerinin ve din görevlilerinin burada yetişmesini çok istiyorum...
T.C. DANIŞTAY: ‘BÜTÜN DİNİ CEMAATLER EŞİT HAKLARA SAHİPTİR’
Söz haklardan açılmışken, Ankara’da yaşanan bir olayı da örnek olarak vermek istiyorum. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Belediye Meclisi’nde, camilere dönük suyun bedava verilmesi yönünde bir kararı geçiriyor. Ankara’da bulunan bir Kilise ise bu kararı duyması ardından, Belediye’ye başvurup, bu kararın kendileri için de geçerli olmasını talep ediyor. Fakat Belediye Kilise’nin bedava su talebini ret ediyor. Olay İdare Mahkemesine taşınıyor. Fakat mahkemede de Kilise davayı kaybediyor. Daha sonra dava Danıştay’a gidiyor. Danıştay, “devlet bir dine ayrıcalık tanıdığı zaman, diğer dini cemaatlere de aynı eşit hakkı elde edebilir. Dolayısıyla Kilise’nin talebi yerindedir” biçiminde bir değerlendirmede bulunuyor. Çünkü Türkiye’de insanlar vergi ödeyince, dinine göre ayırmıyorsunuz. Tabi ki daha sonra Melih Gökçek’in bu durumdan haberi oluyor ve “bu talepten haberim yoktu. Eğer Kilise’nin başvurduğuna dair haberim olsaydı, bu taleplerini kabul ederdik” dedi.
50 BİN TÜRK ALMAN VATANDAŞLIĞINDAN ÇIKARILDI
Almanya’da birde çifte vatandaşlık krizi yaşanmıştı... Hatta bu konuda Alman vatandaşlığını, 2000’den sonra tekrar Türk vatandaşlığına geçtiği için kaybeden Nursel Özkan’ın sizin vasıtanızla Anayasa Mahkemesine dava açtığını biliyoruz. Bu konuyu biraz açabilir misiniz?
Evet, müvekkilim Nursel Özkan 1997 yılında Alman vatandaşlığına geçmek için başvuruda bulundu ve 2001 yılında vatandaşlığı aldı. Ancak Nursel Hanım, aynı yıl Türk makamlarının ‘iki vatandaşlık mümkün’ gibi teşvik edici sözleri ile 2002 yılında da Türk vatandaşlığını geri aldı.
Bildiğiniz gibi birçok vatandaşımız Nursel Hanım gibi Almanya’da, Alman kimliği ile bir takım haklar elde etmişti. Çifte vatandaşlık dediğimiz bu olayda, yukarıda belirttiğim gibi o dönemde Türk Konsolosluğu’nun teşvikiyle gerçekleşmişti. Deyim yerindeyse vatandaşlar, vatandaşlıktan çıkartıldığı gün tekrar vatandaşlığa alındı. Tabi ki Alman devleti bu durumdan haberdar oldu ve o dönemde vatandaşlarımıza yönelik “kendi kendinizi ihbar edin, etmediğiniz takdirde daha kötü sonuçlara katlanmak zorunda kalırsınız” diye uyarmıştı.
Bu durum, yani Alman vatandaşlığının geri alınması, 50 bin Türk vatandaşımızın oturum statüsünü de alt-üst etti. Örneğin daha önce uzun süreli veya süresiz oturuma sahip olanlar, bugün işsiz olduklarından dolayı sadece iki senelik oturum hakkını alabiliyor. Yani kısacası eski statüsüne kavuşamıyor... İşte bu hakların korunması ve kazanılan hakların geriye alınamaması ilkesi uyarınca 2005 yılında Anayasa Mahkemesine dava açtık ancak kaybettik...
O dönemdeki hükümet maalesef bu sorunu çözemedi. Oysa o dönemde AK Parti gibi bir Parti hükümet iş başında olsaydı, bu sorunu Almanya ile istişare eder, çözerdi.
MERKEZ BANKASI OLAYINDA 100 BİN KİŞİ MAĞDUR OLDU
Vatandaşlarımızın mağdur olduğu bir diğer olay ise Merkez Bankası baskınıdır. 2000'de basına göre, yaklaşık 100 bin vatandaşımızın Merkez Bankası’nda hesapları vardı. O dönemde Merkez Bankasıyla birlikte birçok özel bankalar da bulunuyordu ve hepsi adeta bir faiz yarışına girmişti. Örneğin Merkez Bankası %10 veriyordu, bu bahsettiğimiz özel bankalar ise %20, hatta %25 vermeye başladılar. Bunların arasında Ege Bank da vardı. Daha sonra bir iddiaya göre, Ege Bank'ın eski sahibi ve Süleyman Demirel'in kardeşi Şevket Demirel'in oğlu Yahya Murat Demirel, Merkez Bankasını Almanya Maliyesine şikâyet etti ve “Almanya'da yaşayan Türklerin Merkez Bankasında hesapları var ama bunlar vergi denkleştirmesinde vergilendirilmiyorlar. Yani gizleniyorlar...“ dedi. Tabi ki Merkez Bankasının, “Merkez Bankası bir Türkiye Cumhuriyeti bankasıdır. Biz sizin faizlerinizi Türkiye'de vergilendiriyoruz. Siz paralarınızı Almanya'da vergilendirmek zorunda değilsiniz“ yönünde resmi açıklamaları var.
Tabi ki bu şikâyet üzeri başta Frankfurt ve Berlin olmak üzere, bankanın merkezi ve şubeleri basıldı. Ayrıca bu baskında yaklaşık 100 bin vatandaşımızın hesapları ele geçirildi ve böylece deşifre oldu. Daha sonra Federal Maliye Bakanlığı, vatandaşlarımıza yönelik “kendinizi ihbar edin. İhbar ettiğiniz takdirde cezayı sorumluktan kurtulabilirsiniz. Yoksa cezaya tahkikat yapılacaktır” içeriğinin yer aldığı resmi mektuplar gönderdi. Ve herkesten kuruşuna kadar, yani geriye dönük ki bu 10, 20, 30 yıl olabilir, vergileri alındı.
O zamanın Türk hükümeti yine zayıf olduğu için, bu soruna el atıp, çözemedi. Şimdi ki gibi AK Parti hükümeti olsaydı, çifte vergilendirme anlaşması yaparak sorunu çözebilirdi. Fakat burada demek istediğim, Merkez Bankası vatandaşları yanlış yönlendirdi ve bunun sonuncunda birçok kişi çile çekti. Oysa devletlerarasında anlaşmalar vardır. Örneğin bir devlette vergilendirme oluyorsa, diğer devlette vergi alınamıyor. Türkiye Cumhuriyeti böylesi bir anlaşma yapıp, bu sorunu baştan beri çözebilirdi. Bugün ise T.C. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Almanya Federal eski Cumhurbaşkanı Christian Wulff arasında çifte vergilendirmeyi içeren bir anlaşma imzalandı.
Bu olayda cemaatimizde de mağdur olanlar oldu. Onların cezayı tahkikat görmemeleri için, kendilerini ihbar etmelerini ve vergilerini ödemelerini sağladım. Çünkü o dönemde tahkikat davaları açılmıştı ve vatandaşlarımız açıkça tehdit ediliyordu. Bunun üzerine vatandaşlarımız zamanında vergilerini ödedi ve davaları kapatmayı başardık...
BİNLERCE İMAM VE MÜSLÜMANIN SINIRDIŞI ETME KARARINI ANAYASA MAHKEMESİNDE DURDURDUM
Geçtiğimiz yıllarda Mevlana Camii İmamı Yakup Taşçı’nın sözleri Almanya’da çok geniş yankı uyandırdı... Olay neydi ve neden Alman kamuoyunda bu kadar öfke hakimdi? O dönemde baş aktörlerden biri olarak yaşananları bize aktarabilir misiniz?
2006 yılı bir Teravih gecesinde Mevlana Cami İmamı Yakup Taşçı, verdiği vaazda Alman toplumu ile ilgili bazı eleştiri ve görüşlerini belirtiyor. Tabi ki İmamın konuşması, o anda Devletin İkinci Alman Televizyonu olan ZDF adına bir ajan tarafından gizli bir kamerayla kaydedildi. Bu konuşma daha sonra ‘Frontal’ adında bir haber-aktüel programında yayınlandı. Olay kamuoyunda duyulur duyulmaz, Yabancılar dairesinden İçişleri Senatörü Ehrhart Körting, İmam Yakup Taşçı’yı yanına çağırdı. Bu görüşmeden hemen sonra İmam’a yönelik sınır dışı kararı çıkartı.
Tabi ki ben bu durum karşısında hemen harekete geçtim ve olayı Berlin İdare Mahkemesine götürdüm. Mahkeme, “böyle insanların burada ne işi var?” diyerek, İmam’a dönük olan sınır dışı kararını tasdikledi. Ardından Yüksek İdare Mahkemesine başvurduk. Fakat orada da aynı yaklaşım gösterilerek, bir netice alamadık. Böylece bize yargı yolu kapandı. Bunun üzerine arkadaşların da artık umudu kalmamıştı. “Her şey denendi, yapacağımızı yaptık. Bundan sonra bir şey yapamayız” dediler.
Tabi ki ortada bir sınır dışı olayı olduğu için, acil mahkeme süreci yürüdü. Böylece Federal Danıştay’a gitme hakkımız da yoktu. Elimizde sadece Anayasa Mahkemesi hakkı vardı. Tabi ki Anayasa Mahkemesinde bir mahkemeyi kazanmak çok zordur. Öyle ki, Yargıtay’dan, Danıştay’dan çok daha zor. Her şey bir yana, Anayasa Mahkemesine başvurmak için bir avukat bulmak dahi çok zordur. Çünkü başvuru yapmak için belirli şartlar gerekiyor. O şartları da birçok avukat bilmez.
Tekrar sürece dönersek... Ben Anayasa Mahkemesine başvurdum ve 100 sayfalık bir savunma yaptım. Tabi ki umutlar çok zayıftı. Daha sonra mahkemeye dilekçeyi verdim ve İmamı sınır dışı etmemeleri için daha güvenlikli bir yere götürdüm. Çünkü evinde bulunsaydı, zorla sınır dışı etme tehlikesi vardı.
Tabi ki bu arada sık sık Anayasa Mahkemesini aradım ve “ne zaman karar vereceksiniz?” diye sordum. Geleneğe göre hâkimler avukatlarla konuşmuyor. Tabi ki bilgi almak için arayışlarıma devam ettim ve davanın ilmi heyete gittiğini öğrendim. Bu olumlu bir gelişmeydi. Çünkü sadece önem verilen davalar bu merciye gidiyordu. Daha sonra Anayasa Mahkemesinden bir faks geldi ve sınır dışı kararını durdurduklarını bildirdiler. Tabi ki bu gelişmeden dolayı da bazıları benden çok rahatsız oldu. Hatta Otto Schily, “Anayasa Mahkemesi üyeleri bu dünyada yaşamıyor” diye tepki göstererek, onların cahil olmakla suçladı.
Tabi ki bu olayda İçişleri Senatörü Ehrhart Körting ya da İçişleri Bakanı Otto Schily’nin çok daha farklı hesapları vardı. Bunlar daha sonra deşifre de oldular. Onlar bu mahkeme kararını emsal göstererek, o tarihte, deyim yerindeyse fişlenmiş birçok İmam ve Müslümanı Almanya’dan sınır dışı etmek istiyordu. Planları buydu... Tabi ki ortam da buna çok müsaitti. Çünkü ZDF’nin yayını kamuoyunda çok geniş yankı uyandırmıştı ve Alman toplumu üzerinde büyük bir etki yarattı. Ayrıca tüm basın-yayın organları İmam’ı ‘nefret vaazcı” olarak göstererek, bu tür kişilerin Almanya’dan kovulması gerektiğini yazmışlardı.
Daha sonra ZDF’ye karşı da bir dava açtık ve mahkemede İmam Yakup Taşçı’nın Almanlara hakaret ettiği yönündeki iddialarını ispatlandırılmasını talep ettik. Görüntünün çözümü yapıldıktan sonra, Taşçı’nın yapmış olduğu konuşmasının çoğunun çarpıtıldığı ve söz konusu iddiaların eklendiği tespit edildi. Dikkat ederseniz, bunu bir devlet televizyonu yaptı.
Tabi ki eğer dava olumsuz sonuçlansaydı, İmam’a cami ilticası verecektik. Hatta bunu İçişleri Senatörü Sayın Körting’e de açık açık söyledim...
Bu davayla ilgili tabi ki önemli bir hususu da açıklamak istiyorum. Biz o dönemde Milli Görüş adına T.C. Berlin Büyükelçiliğine giderek, bu konuyla ilgili yardım talep etmiştik. Fakat Büyükelçi, “kesinlikle yardımcı olamayız. Çünkü içişlerine karışmış oluruz... Yine de siz mahkemeye verin, haklarınızı mahkemede arayın... Ancak başarılı olacağınızı zannetmiyorum... Çünkü hava, atmosfer zehirlendi... Halkın çoğunluğu ve politikacılar sınır dışı kararına destek veriyor” dedi. Gerçekten de o dönemde basın-yayın, halk ve politikacılar hepsi bir ağızdan “bu kişiler gitmelidir, hatta geç kalmışız bile” dediler. Yani olay sadece İmam Yakup Taşçı değildi. Çok daha farklı bir plan ve hesap vardı.
HATUN SÜRÜCÜ DAVASINA MÜDAHİL OLDUM
İmam Yakup Taşçı’nın olayı dışında Almanya’yı çok meşgul eden ve yankı uyandıran bir başka konu ise 2005 yılında meydana gelen Hatun Sürücü olayıdır... Hatun sürücü davasında da çok etkin rol aldım.
Hatun Sürücü, Erzurum’dan Almanya’ya gelmiş bir ailenin kız çocuğu olarak Almanya da dünya ya geldi. Almanya’da yaşanını sürdürmekteydi. Ancak bir gün cinayete kurban gitti. Katili belli bir süre bulunamadı. Ancak katillerin ailesi olduğu noktasında iddialar ortaya çıkınca bu konuyla ilgili basın-yayın organları oldukça tek taraflı ve önyargılı haber ve makaleler yayınladılar.
Türk ve Müslüman toplumunda sürekli töre cinayetlerinin yaşandığı, töre cinayetlerin bu tür toplumlarda kabul gördüğü gibi oldukça önyargılı, hatta ırkçılığa varan görüşler yer aldı. Bende tabi ki basının bu görüşüne ve bakış açısına karşı olayın münferit bir hadise (özel durum) olduğunu, bunun tüm Türk ve Müslüman toplumuna mal edilemeyeceğini belirttim.
Tabi ki ben Sürücü ailesinin avukatlığını yaptım. Özellikle de kız kardeşi Arzu Sürücü talebiyle davaya müdahil oldum. Hatun Sürücü'nün öldürüldüğü tarihte 18 yaşında olan kardeşi Ayhan Sürücü, eşinden boşanarak çocuğu ile tek başına yaşamak isteyen ablasını öldürdüğü gerekçesiyle Gençlik Yasasına göre 9 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı.
Ayrıca bu davada isimleri geçen, Mutlu ve Alpaslan Sürücü adındaki ağabeyleri 10 ay tutuklu kaldıktan sonra delil yetersizliğinden beraat etti. Ancak Berlin Savcılığı, beraat kararına itiraz ederek temyize gitti. Bunun sonucunda karar bozuldu ve dosya yeniden yargılama yapılmak üzere Berlin Eyalet Mahkemesi'ne gönderildi. Fakat çok geç kalınmıştı. Çünkü bu arada Mutlu ve Alpaslan Sürücü kardeşler Türkiye'ye kaçmıştı. Türkiye bu kardeşleri yargılamak zorundaydı ama yapmadı...
BİZ KARDEŞ ÖLDÜRMENİN CENNETLİK DEĞİL, CEHENNEMLİK OLDUĞUNU ÖĞRETECEKTİK
Tabi ki bu olayla ilgili ilginç bir anekdotu da aktarmak istiyorum. Ayhan Sürücü, bir ara Kaplancıların camisine gidiyordu. Ve o dönemde de çok radikal dediğimiz görüşlere sahipti. O dönemde de basın-yayın organları çok önyargılı yayın yaptıkları için, Alman kamuoyuna, “bu genci kim yetiştirdi? Bu genci siz yetiştirdiniz. Bu genç sizin eseriniz. Bu genç sizin okullarınıza gitti.Şeklinde propaganda yapıyorlardı.
Biz ise 20 yıldır Almanya’da İslâm dininin resmi din statüsüne kavuşması için mücadele veriyoruz. Eğer bu hakkı bize verseydiniz, bu çocuklar okullarda sağlıklı bir İslâm eğitimi alsalardı, o zaman kardeş öldürmenin cennetlik değil, cehennemlik olacağını öğrenecekti... Fakat ne oldu? Bu hak bize tanınmadı, dolayısıyla insanlar farklı alternatiflere başvurdu ve diğer camilere gittiler. Onun için bunları biz değil, siz yetiştirdiniz” dedim.
HRISTİYAN DEMOKRATLARIN (CDU’NUN) İLK TÜRK ÜYESİYİM
Bu arada Almanya Hristiyan Demokrat Birliği’nin (CDU) ilk Türk üyesiyim. 1993’de, hukuk öğrencisi ve Türk vatandaşıyken, CDU’ya başvurdum. Fakat o dönemde CDU beni ilk etapta üye olarak kabul etmek istemedi. Çünkü vatandaşlarımız o süreçte ya Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ya da Yeşiller Partisine üye oluyordu.
Dolayısıyla CDU’nun politikaları, Türk, Müslüman ve yabancıların çıkarıyla örtüşmediği için, üyelik başvuruma soğuk yaklaştılar. Bundan dolayı misafir üyelik statüsüne kabul edildim. Ancak bir yıl sonra, yani 1994’de artık resmi parti üyesi oldum. Ve o tarihten bugüne üyeliğim de devam etmektedir. Bu kararı ise CDU’yu, muhafazakârları kendime daha yakın gördüğüm için almıştım.
Hatta sadece kendimle de sınırlı kalmadım, çevremde bulunan çok sayıda Türk ve Alman arkadaşlarımı da CDU’ya üye yaptırdım. Bir kısmı bugün partide üst düzeyde görev yapmaktadır. Bunlardan bazıları Emine Demirbüken-Wegner ve Ertan Taşkıran gibi isimlerdir. Örneğin Sayın Taşkıran bugün CDU’nun yönetiminde, daha önce de milletvekili adayı idi. Yani kısacası Türklere, CDU’ya üye olmaları için ilk kapıyı ben açtım. Tabi ki istediğim gibi partide aktif olamadım. Sadece üye toplantılarına katılımım devam ediyor.
MASON OLMADIM
Yine İmam Yakup Taşçı, Hatun Sürücü olayı derken, 2006 yılında çok ilginç bir gelişme oldu. Berlin’de ‘Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Almanya Büyük Locası’na bağlı üyeler beni Mason olmaya davet etti. Öncelikle şunu belirteyim ki, Locaları’ndan etkilenmemek mümkün değil. Gösterişe o kadar önem veriliyor ki, inanamazsınız. Ayrıca örgütlenme konusunda da inanılmaz bir disipline sahipler. Örneğin çok iyi sır sakladıkları biliniyor. Çünkü ben kişisel olarak Almanya’daki Masonlarla ilgili yayınlanan pek yazı ve makale göremedim. Oysa Türkiye’de Masonlukla ilgili daha çok şeyler biliniyor...
Üniversite’de okurken, ‘sınav hazırlığı’ için özel bir enstitüye gidiyordum. Enstitü, hukuk öğrencilerin öğrenimi için Dahlem’de bir Loca’yı kiralamıştı. Ve biz derslere o Loca’da görüyorduk. Tabi ki o Locaları görürken, çok ihtişamlı olduğunu belirtmem gerekiyor. Gerek bina yapısı, gerekse şekli insanı ister istemez etkisi altına almaktadır.
Tekrar davete geçmek istiyorum. Öncelikle yaklaşık 45 dakika yolda yürüyerek birçok konu hakkında sohbet ettik. Ardından da yemek yedik. Görüştüğüm şahsiyetler, Locanın Üstadlarıydı, yani üst düzey yetkilileriydi. Daha sonra beni etkinliklerine davet etmek istediler. Hatta bu konuda beni sık sık aradılar. Ancak aradan uzun zaman geçmeden, üye olmak istemediğimi nazikçe belirttim ve böylece ilişkilerimi kestim.
YATIRIMLAR TÜRKİYE’YE DÖNÜKTÜ
Tekrar Milli Görüş konusuna dönmek istiyorum... Şimdi Almanya’da bazı kesimlerin Milli Görüş konusunda sürekli önyargıları vardır... Özellikle finans ve istihdam konularında... Milli Görüş, esas olarak gücünü nerden alıyor?
Milli Görüş’ün felsefesi Prof. Dr. Necmettin Erbakan tarafından kurulmuştu. Doğrudan Erbakan Hoca’ya, yani bu siyasi güce bağlıydı. Özellikle Almanya’da teşkilatlandırmasını oldukça başarıyla tamamlamıştır. Ve Avrupa’nın en güçlü din kuruluşu haline geldi. Kadro ve finans kaynağı tamamen cemaat tarafından karşılanıyordu.
Hatırlıyorum, Şevket Kazan bir gün Mevlana Cami’nde bir konuşma yapmıştı. Ve o konuşmadan sonra toplam 700 bin Mark değerinde vaat toplanmıştı. Düşünün bir camide bir saatlik konuşmadan sonra 700 bin Mark vaat toplanıyorsa, bu rakamı 750 camiyle çarpın. Yani cemaat çok etkilenirdi ve Refah Partisi’ni çok desteklerdi... Ve tüm yatırımlar sadece Almanya’ya dönük değil, Türkiye’ye dönük de yapılırdı. O zaman cemaatin maddi gücü de vardı. Holding vurgunu daha olmamıştı.
ERBAKAN HOCA ALMANYA’YA DÖNÜK YATIRIMLARI ENGELLEDİ
Birde merhum Erbakan Hoca, bize, Avrupa’ya yatırım yapmaya asla izin vermiyordu. Bundan dolayı bütün yatırımlarımız sadece Türkiye’ye dönüktü. Hatta Erbakan Hoca ile yaptığımız özel toplantılarda bu konuyu da gündeme getirerek, “Hocam, bizim de burada çoluk-çoğumuz var, ailemiz var. Bunların da geleceğini düşünmek zorundayız... Bizim burada okul, yuva, huzur evleri açmamız lazım” diye söylerdik. Hoca bunun üzerine, “sizin ağırlığı Türkiye’ye vermeniz lazım. Siz burada ne kadar okul, yuva ve huzur evi açabilirsiniz? Örneğin en çok 100 tane... Ancak Refah Partisi, Türkiye’de iktidara geldiği zaman, sizin sorunlarınız burada kökten çözülecektir. Yani bu meseleleri devlet yoluyla, devlet gücüyle çözeceğiz. Ve tüm haklarınız Alman devleti tarafından verilecek. Onun için tüm gayret Refah Partisini Türkiye’de iktidar yapmak” derdi. Biz de Erbakan Hoca’nın bu sözleri üzerine, “hocanın bir bildiği vardır” diyerek, söylediklerine kalben ve yürekten inanırdık. Yani, Refah Partisi Türkiye’de iktidara geldiği an, Almanya’da bizim sorunlarımızı çözüleceğine artık inanıyorduk. Sonuçta Refah Partisi iktidara geldi ve maalesef hiçbir şey yapamadı.
Kısacası, Erbakan Hoca, Almanya’ya dönük yatırımları engelleyerek, maddi olarak Türkiye bağımlı olmamızı sağladı. Örneğin Berlin bölgesi olarak 1 milyon Avro topladığımızda, bu miktardan 100 bin Avro’yu kendi çalışmalarımız için kullanamazdık. Vebal altındaydık yani... Bir diğer örnek ise Mevlana Cami’ndeki Kadir Gecesi’nde yaşandı. O gün cemaatten nakit olarak 15 bin Avro toplandı. Bunu gören ve maddi durumları oldukça kötü olan iki Arap kardeşimiz hocanın yanına giderek, “acil ihtiyaçlarımız gidermek için bize 50 veya 100 Avro verebilir misiniz?” diye sordu. Tabi ki bu durum Milli Görüş Başkanına götürüldü. Beninde hazır bulunduğum ortamda Başkan, “veremeyiz, bu vebaldir. Biz bunu mazlum ve mağdurlar için topladık. Size para verme yetkisine sahip değiliz” dedi. Bu hiyerarşik sistemini düşünebiliyor musunuz? Biz orada, ihtiyacı olan iki insana 50 Avro veremedik.
YILDA, BİR AYLIK MAAŞIMI CİHAT PARASI OLARAK REFAH PARTİSİNE VERİRDİM
Yine Avrupa Milli Görüş Teşkilatı’nda üye olan herkes yılda bir maaşını ‘Cihat Parası’ olarak bağışta bulunurdu. İşsiz olan, yani işsizlik yardımı alanlardan da yılda bir aylık yardım istenirdi. Ve bu parayı vermek zorundaydınız. Çünkü Erbakan Hoca bizi, “cihat delisi olmadan cihat yapılamaz... Hz. Ebubekir malının hepsini verdi, Hz. Ömer malının yarısını verebildi. Ancak Allah katında Hz. Ebubekir’den daha üstün kişi olmadı” diyerek etkilerdi.
Tabi ki bu ‘Cihat Parası’ her yıl düzenli olarak toplanırdı. Bende, aralıksız 2007 yılına kadar en az bir maaşımı bağışladım. Durumum iyi olduğu dönemlerde maaşımın üstünde de bir rakam verirdim. Örneğin, 5 bin Avro, hatta 10 bin Avro verdiğim dönemler oldu. Çünkü o dönemde yaptığımız parti çalışmasını, cihat çalışması olarak görür, değerlendirirdik. Yani böylesi bir inanca sahiptik. Fakat çok daha sonra öğrendik ki, verdiğimiz bütün paralar maalesef farklı amaçlar için kullanılmış. Örneğin gündemde takip ettiğiniz gibi, ‘cihat parası’ ile İstanbul-Kanlıca'da bir yalının alımından bahsediliyor... Demek ki o yalı da benim de bir tuğlam var. Hatta belki de bir kaç tanesi verdiğim parayla alınmıştır... Tabi ki bu işin espirisi.
Fakat vurgulamak istediğim, o dönemde herkesten, işadamlarından işçisine toplumun her kesiminden Milli Görüşe üye olan herkesten bu paralar alınırdı. Bu toplanan paranın ismini ise önceleri suvari parası, daha sonraları mükellefiyet parası olarak değiştirdiler. Bu parayı vermeyen kişiler daha sonra hocalar tarafından ikna edilirdi. Yani her şey bir sistem dâhilinde yürüyordu... Toplanan paralar daha sonra Türkiye’ye, Refah Partisine gönderiliyordu.
Bugün basın-yayın organlarında gördüğünüz gibi bu paralar bugün miras kavgasına dönüştürüldü. Ve yansıdığı gibi 10 milyon, 20 milyon değil. Çok daha üstün bir rakama sahiptir. Ve bu gerçek rakamı kimse bilmiyor... Bugün hala bu paralar toplanmaktadır. Yani herkes yılda bir maaşını vermek zorundadır. Ancak toplanan paraların geçmişte olduğu gibi partiye gidip, gitmediğini ise bilmiyorum.
KENDİ ÇOCUKLARIMIZ, GELECEĞİMİZ GÖZÜMÜZÜN ÖNÜNDE ERİYİP GİDİYOR
Söz vaat’ten açılmışken, bazı cemaatlerin camilerinde, zekâtlar, fitreler ve kurbanlar topladığını biliyoruz. Bu konudan biraz söz edebilir misiniz?
Evet, tüm cemaatlerin camilerinde, zekâtlar, fitreler, kurban, felaketzedeler için vb… çeşitli isimlerle paralar toplanır. Bilhassa Afrika ve Asya ülkelerindeki insanların durumu ajite edilerek anlatılır. Sinevizyon gösterileriyle inanların duyguları harekete geçirilir. Hedef, daha çok para elde etmektir.
Topladıkları paraların büyük bir bölümünü Almanya dışına çıkarmakla meşguldürler onlar. Bazen bu paralar, Somali'ye yardım diye çıkar, bazen Afganistan'a yardım diye çıkar, bazen Filistin'e yardım diye çıkar... Sadece bu görev için kurulan yardım kuruluşları vardır. Özel olarak kurulmuşlardır. Yıllardır bu paralar yanlış kullanıldığı için ne Afganistan'ın, ne Filistin'in, ne Somali’nin problemi çözülmüştür... Buna rağmen yine de toplanır o paralar. Cemaat ise bu paranın hesabını sormaz, daha doğrusu soramaz. Bu yüzünden; dini cemaatler bir araya gelip, güçlerini birleştirip, hizmet alanlarını belirleyerek ortak çalışma içine girememektedirler.
Oysa Kiliselerin papaz yetiştiren: Yüksek okulları, Vakıfları, Hastaneleri, sosyal konutları, danışma merkezleri, meslek okulları, yüksek okulları, televizyonları, dergileri, yayınevleri, araştırma merkezleri vs. vardır. Yani hizmetlerini daha örgütlü yürüttükleri kurumları vardır. Ya bizim?
Bizim çocuklarımız, geleceğimiz gözümüzün önünde eriyip giderken, biz kaynaklarımızı yaşadığımız ülkedeki çocuklarımız için neden kullanmıyoruz? Kendi çocuklarımız parklardadır, esrar, eroin bağımlısıdır, kumarhanelerdedir, meyhanededir, hapishanededir. İş merkezlerinin kapılarında kuyruktadır. Gayeleri, hedefleri yoktur. Serseri mayın gibi dolaşırlar ortalıkta. Demezler mi? “Allah aşkına bu dini cemaatler ne iş yaparlar?
Dolayısıyla şunu tekrar vurgulamak istiyorum, biz Afrika’ya, Filistin’e ve Afganistan’a yapılan yardımlara karşı değiliz. Biz bunun sömürülmesine, abartılmasına karşıyız. Bunlar üzerinde rant oluşturulmasına karşıyız. Yoksa bu ülkelere yardım edilebilir, bunda da bir sakınca zaten yoktur. Fakat aynı anlamda Almanya’daki problemli, sorunlu noktalara dönük de cemaatlerin planlama yapması, kurumsallaşması ve şeffaflaşması önemlidir.
CAMİLER YARDIMLARI İYİ NİYETLE TOPLUYOR ANCAK MUHTAÇ OLANLARA ULAŞMIYOR
Bu konuyu biraz daha genişletirsek, toplanan yardımlar, muhtaç olan kesimlere ulaşıyor mu? Ayrıca Almanya’da Müslümanlara dönük bir yardım projesi veya çalışması mevcut mu?
Örneğin Almanya’da kaçak yaşayan, ya da maddi olarak ciddi sıkıntıları olan bir kişi, Milli Görüş Genel Merkezi’ne gidip, yardım talep ettiğinde, derler ki “bizim öyle geleneğimiz yok. Almanya içi yardım etmiyoruz. Hizmetlerimiz sadece Asya ve Afrika içindir.” Yani burada muhtaç olan bir insana yardım edilmiyor. Oysa o da fakirdir. Ancak bu göz önünde bulundurulmuyor. Yani demek istediğim, burada ciddi bir kaynakların doğru kullanılmaması sorunu var. Tabi ki camiler bu bağış ve yardımları iyi niyetle topluyor ve muhtaç olan kesimlere ulaştığını düşünüyor. Bugün, Milli Görüş’e bağlı yaklaşık 750 cami bulunuyor. Ve hafta da 5000 Avro toplandığında, ortaya çıkan miktarı bir hesaplayın. Aynı bir fabrika sistemi gibi...
Bu paralar toplandıktan sonra, Milli Görüş Genel Merkezi’ne nakit olarak aktarılıyor ve bu süreçten sonra paranın akıbeti bilinmiyor. Paraların, Afrika, Afganistan, Çeçenistan, Filistin, Irak vb. Müslüman ülkelere yardım amacıyla gidildiği söyleniyor. Doğru, bu ülkelere yardım gidiyor, hatta kurbanlar kesiliyor ve fakir insanlara fitre veriliyor. Ancak bunların hepsi Almanya’da daha rahat para toplamayı sağlamak amacıyla kullanılıyor. Örneğin Filistin’e gidip, bir yardım kuruluşuna 50.000 Avro yardım ettiğinizde, aynı kuruluştan 500.000 Avro yardım edildiğini tasdik ettirebilirsiniz. Afrika’nın falan gölgesinde 10.000 kurban kesin 100.000 kurban kestim belgesini alırsınız. 10.000 Avro yardım edin, 1 milyon yardım ettim belgesini alırsınız. Yani Ortadoğu ve Afrika gibi bir bölgede bunu rahatlıkla yapmak mümkündür... Yani kontrol mekanizmasi yoktur. Tüm bu kurumların vicdanen ve kurumsal olarak şeffaflaşması, hem bu günün hem de gelecekteki hizmet kalitelerini arttırmaları açısından en önemli sorunlu noktadır.
BİZ ÖNCELİKLE KENDİ SORUNLARIMIZI ÇÖZMELİYİZ
Bunun için tekrar söylüyorum, biz öncelikle kendi sorunlarımızı çözmek zorundayız. Bizim de ailemiz, çocuklarımız ve sorunlarımız vardır. Dolayısıyla cemaatten aldığımız yardımları, yine cemaatin ihtiyaçları ve sorunlarını giderilmesi için kullanmalıyız. Tekrar belirtiyorum, biz Somali, Afganistan, Filistin gibi ülkelere yardım konusunda kesinlikle karşı değiliz ama yardım yapılıyor amacıyla buradaki insanları sömürülmesine karşıyız. Yoksa cemaat olarak tabi ki yardımlarımızı esirgemeyeceğiz. Ancak belirttiğim gibi, bugün toplanan birçok yardımların sadece bir kısmı bu saydığımız ülkelere ulaşıyor.
HOLDİNGLER İLK ÇALIŞMA STARTINI BERLİN’DE VERDİLER
Bir diğer konu ise Almanya’daki İslâmi çevrelerin Holdingleşme sürecidir... Bu konuda da kısaca bilgi verebilir misiniz? Holdingler nasıl bir rol oynadı?
Almanya’da hiçbir zaman bir Holdingleşme süreci yaşanmadı. Aksine Holdingler ilk Konya’da oluştu. Daha doğrusu bu süreç ilk olarak 1986’da Haşim Bayram’ın öncülük ettiği Kombassan Holding’le başladı. Ve çalışmalarının ilk startını Berlin’de başlattı. Tabi ki Holding sahipleri ilk önce şirketlerini kurarak, bunu daha sonra camideki cemaate duyurdular. Propaganda çalışmalarını ise, “şirketler, fabrikalar kurduk. Şimdi ortak arıyoruz. (...) Faiz kesinlikle haramdır. Faiz alan zina yapmış olur... Biz ise faiz vermiyoruz. Kâr payı veriyoruz” temelinde yürüttüler. Hiçbir hukuki değeri olmayan ortaklık belgesi verdiler. Daha sonra Holdingler kendilerine camide ortaklar bulmayı başardılar ve ilk yılın ardından ortaklık paylarını verdiler. Fakat bunlar %5 veya %10 vermediler. %30, %40, hatta %80 gibi yüksek değerde bir pay verdiler. Tabi ki cemaat bu duruma çok şaşırdı ve “nasıl oluyor? Ben 100 bin Mark yatırdım ve bir yıl sonra 40 bin Mark aldım. (...) Haşim Bey sen bu 40 bin Mark’ı da al ve paranın üzerine koy. Böylece benim şirkette, Holding’de 140 bin Mark’ım olsun” dediler. Şimdi bu yöntem deyim yerindeyse cemaatin iştahını kabarttı. Ve zaman içinde tüm camilere yayıldı. Öyle bir hal aldı ki, herkes parasını yatırmak için Kombassan Holding’in peşindeydi, yani camilerde temsilcilerini arıyorlardı.
ONLARCA SAHTE HOLDİNG CEMAATTEN PARA TOPLADI
Kombassan Holding’in bu başarısı, Konya’da ikamet eden diğer şirketlerin de kulağına gelmişti. Ve onlar da bunun üzerine büro kiralayarak, kâğıt üzerinde Holdingler kurdular. Ve ardından Kombassan Holding’in yaptığı gibi, “bu kadar fabrikamız var” diyerek cemaate dönük yoğun bir propaganda çalışmasını yürüttüler ve Almanya’da para topladılar. Zaman içinde Holdingler’in sayısı 100 yükseldi. Bunların içinde sadece 3 veya 4 Holding’in fabrikaları mevcuttur. Diğerleri sadece para toplama amacıyla kurulan paravan Holdinglerdi. Daha sonra bu Holdingler kâr payı konusunda birbirleriyle inanılmaz bir yarışa girdiler. Örneğin Haşim Bayram, %30 kâr payı veriyorsa, onlar da %40 pay vermeye hazırdı. Hatta %80 teklif edenler dahi vardı. Zaman içinde bu durum öyle bir hal aldı ki, birçok İmam, Müezzin ve Başkan bir Holding’in temsilcisi konumundaydı. Örneğin cemaatten bir kişi, kâr payını öğrenmek için, hem İmam, hem Müezzin hem de Başkan’dan bilgi alırdı. Ve ona göre parasını yatırırdı. Oysa bundan önce Holding ile ilgili bir fizibilite çalışması yapıp, fabrika veya yatırımlar konusunda araştırması gerekiyor. Fakat bunu yapmıyor. Sadece, “siz ne kadar veriyorsunuz?” sorusuna endeksleniyor. Tabi ki sadece bununla da kalmıyorlar... Hayali fabrika ve tesislerin resimleri bulunduğu binlerce broşür, katalog basılıp, dağıtılıyor.
MİLLİ GÖRÜŞ GENEL MERKEZİ’NİN BİLGİSİ DAHİLİNDE CAMİLERDE YAKLAŞIK 50 MİLYAR MARK TOPLANDI
Sonuç olarak; Almanya’da yaklaşık 50 milyar Mark’ın camiler de toplandığını biliyorum. Ve bunun günahı kesinlikle Milli Görüş Genel Merkezindeki idarecilere aittir. Çünkü Genel Merkez’in onayı olmadan, hiçbir Holding camilere adım dahi atamazdı. Yani hiyerarşiye göre, bir Holdingin camiye girmesi için, Genel Merkez’den izin istemesi gerekiyor. Tabii iznin çıkmasından önce de, Genel Merkez deyim yerindeyse haracını alıyor. Ondan sonra örneğin Berlin bölgesine gelip, oradan da onay alınıyor. Tüm bunlar gerçekleştikten sonra, Holdinglere cami izni çıkıyor. Tabi ki camilerde kendi payına alıyor. Ve burada öyle bir tablo çıkıyor ki, örneğin Holding, yardım amacıyla bir camiye 10 bin Avro verdiğinde, bunu duyan bir diğer cami de Holding’i davet ediyor. Tabi ki o camiye de 10 bin Avro veriyor. Ancak burada önemli olan ve gözden kaçırılmaması gereken bir gerçek var ki, Holdinglerin 10 bin Avro karşılığında, 1 milyon Avro’yu toplamasıdır. Yani kısacası camiye 10 bin Avro veriyor ve cemaatten 1 milyon Avro alıyor.
MİLLİ GÖRÜŞ GENEL MERKEZİNİ UYARDIM ANCAK DİKKATE ALMADILAR
Bunlar tabi ki bana da talip oldular. Özellikle Endüstri Holding. Bana, “Almanya’da bize bir sigorta şirketi kur, sana 7500 Mark maaş ve bir araba vereceğiz” dediler. Bu teklif tabi ki bana o dönemde çok cazip gelmişti. Bunun üzerine Konya’ya gidip, fabrika dedikleri yerlerini gördüm. Bu arada diğer Holdinglerin tesislerini de görme imkânım oldu. İki hafta sonra tekrar Almanya’ya döndüğümde, buradaki arkadaşlara, bunların Holding olmadıklarını, hepsinin paraya dönük çalışan paravan şirketler olduğunu ve sahtekâr olduklarını belirttim. Hatta bu konuyu ele alan ve Milli Görüş Genel Merkezine sunmak üzere bir rapor hazırladım ve para akışın derhal durdurulması gerektiği yönünde uyarıda bulundum. Onlar da, “bu senin bileceğin bir iş değil, bizim bileceğimiz bir iştir. Karışamasın” diye yanıt verdiler.
KARTOPU SİSTEMİN PATLAMASI BİNLERCE İNSANI SEFİL VE PERİŞAN ETTİ
Daha sonra Türkiye’de Anayasa kitapçığının atılması gündemi çalkalarken, bir kriz yaşandı. Yine o yıllarda Almanya da özellikle Doğan Holding yoğun bir yayın yaptırarak, bu Holdinglerin ‘kartopu’ olduğunu, şirketlerin bulunmadığını belirtti ve para akışını durdurdu. Bunun üzerine Cemaat de, yeni yatırımlar yapmaktan vazgeçti ve böylece ‘kartopu sistemi’ patladı. Çünkü bunlar, Berlin’de topladıkları paraların kâr payını Hamburg’a dağıtıyorlardı. Oradan topladığı paraların kâr payını da Münih’e veriyorlardı. Yoksa hiçbir şirket, yatırdığınız paranın %30 veya %40’ını bir yıl sonra veremez. Ancak bunlar topladığı paralarla sahte - kâr payı dağıttılar ve çok daha sonra ortaya çıktı ki, ortada ne kâr payı, ne de başka bir değer vardı. Hepsi iflas etti. Son olarak da, bildiğiniz gibi Jetpa ortaya çıktı ve onlar da çok aşırı gitti. Bugün cemaat maddi olarak çok perişan ve sefil durumda. Öyle insanlar tanıyorum ki, varını, yoğunu bu işe yatırdı ve her şeyini kaybetti. Bu olaylardan dolayı intihar girişiminde bulunan insanlar oldu. Erkeklerinin paraları bu şekilde kaybetmesinden dolayı eşleriyle kavga eden, ayrılan, boşanan ve dağılan aileler oldu. Ayrıca çocuklarının gelecekleri ellerinden alınmış oldu. Yani fakirleştirilen Türk ve Müslüman cemaati. Bugün bu bahsettiğimiz insanların çoğu artık devlet yardımıyla yaşamını sürdürüyor ve paralarının geri alınması artık imkânsız görünüyor.
Şimdi Milli Görüş Genel Merkezi, yaşanan bu durumdan hiç haberi yokmuş gibi, suçsuz ve sessiz davranıyor. Oysa bu Holdinglerin soyguncu olduklarını çok iyi biliyorlardı. Fakat buna rağmen bu Holdinglerin cemaatin içine girmesine müsaade etti.
Burada daha vahim olay ise devlet kamu görevlilerinin cemaatin bu Holdingler tarafından dolandırılmasında bilinçli bir şekilde seyirci kalmasıdır. Oysaki yetkili kurumların bu soygundan kesin haberi vardı. Örneğin bir kişi normal şartlarda eline çanta alsa izinsiz bir kaç yüz Avro para toplamaya kalksa ertesi gün karşısında maliye yetkililerini, polisi görür. Yani izinsiz para toplamaya asla müsaade etmezler. Ama nedense soyulanların Müslüman olması nedeniyle seyirci kalındı. Çünkü Müslümanların maddi olarak gelişmesi ve elit toplum olması istenmez. Bunun için de bu olaya seyirci kalmıştır.
Onlarca kez Maliyeye, savcılıklara ve özellikle izinsiz para toplama ile ilgili yetkili daire olan BAFIN’e Holding vurgunu için suç duyuruları dilekçeleri yazdım. Bu makamlar suç duyurularımı işleme koyup tahkikat yapmadı, çünkü bilinçli bir şekilde Müslümanların soyulmasını isteniyordu. Bu dediklerim belgeli ve ispatlıdır. Şu anda belgeleri sunabilirim. Hatta ben bu belgelere dayanarak yetkililerin Cemaatin soyulmasına seyirci kalıp kalmadığından dolayı bir hukuk profösörüne bilirkişi raporu hazırlattım. Raporun sonucunda yetkili kurumların sorumlu olabileceği ve mağdurların haklarını bu kurumlara karşı aramaları tavsiye edildi. Bu konuyla ilgili Alman Devlet Kanalları ARD ve ZDF benimle röportaj yaptılar bu röportajlarım yayınlandı. Sonuçta bu mücadelemde benim tutuklanmalarım ile baltalanmış oldu.
Sonuç olarak şunu da belirtmek istiyorum, olayı daha önce çözüp, deşifre ettiğim için, vicdanen rahatım. Bundan dolayı da kendimi vicdanen çok rahat hissediyorum. Çünkü hem Milli Görüş Merkezi ve Cemaate hem de yetkili Devlet kurumlarına gerekli uyarıları yaptım. Ancak cemaatimizi bu duruma düşürenlerle pek şans gözükmese bile mücadelemi sürdüreceğim.
DİNİ DUYGULARIN NASIL SÖMÜRÜLDÜĞÜNÜ GÖRDÜM
Camilerde toplanan yardımların, daha doğrusu paraların, cemaatin dini duygularını kullanarak toplandığını daha önce belirtmiştim. Dikkat edersiniz, bu bahsettiğimiz Holdingler Almanya’da paraları nasıl topladılar? Bunlar, yani Holding yöneticileri “Allah, Peygamber” diyerek bu kadar milyar Avroları topladılar. Özellikle faizin haram olduğunu, bir dirhem faiz alanın kendi öz annesiyle Kâbe’nin içinde zina yaptığı hadisini okuyarak para topladılar. Ve bu konuda da maalesef çok başarılı oldular. Yoksa bunlar cami dışında asla böyle bir miktarı toplayamazdı. Kaldı ki hiç kimse de bunlara inanmazdı. Fakat belirttiğim gibi, en kutsal değerlerimizi ağızlarına alarak bu paraları topladılar.
“Biz İslâm’a hizmet için fabrikalar kurduk” vs. dediler. “Afrika, Afganistan, Filistin ve buna benzeri ülkelere yardım gönderdik” dediler. Oysa Holgingler ve çeşitli ülkeler için toplanan yardımların, paraların haddi hesabı yoktur. Bu paralar ve yardımlar sürekli cemaatin dini duyguları su istimal edilerek, kullanılarak toplandı ve esas amaçları için hiçbir zaman kullanılmadı. Oysa en kârlı silah tüccarlığında dahi karşılığında bir ürün alırsınız. Din tüccarı ise ürün olarak cennet ve cehennemi satar ve insanların dini duygularını sürekli istismar eder.
VATANDAŞLARIMIZ FADIL AKGÜNDÜZ’ÜN CAPRICE GOLD TUZAĞINA DÜŞMEMELİDİR
Söz, din tüccarı ile duygu istismarından açılmışken, Fadıl Akgündüz olayını da değerlendirmek gerekiyor. Bildiğiniz gibi ‘Jet Fadıl’ lakaplı Fadıl Akgündüz, İstanbul-Bayrampaşa’da ‘Caprice Gold’ adını taşıyan ve sadece bir maketten ibaret olan yedi yıldızlı otel, yani devre mülkü vatandaşlarımıza pazarlamaya başladı. Oysa bu zat Avrupa’da ve Türkiye’de binlerce mağdur yarattığını herkes çok iyi bilmektedir. Bugün bu insanlar çok kötü şartlar altında yaşıyor. Utanmadan da, 1-2 milyar dolar servetim var diyor, fakat mağdur ettiği binlerce kişinin parasını ödemiyor.
İstanbul’daki hayali otel şahsın ablası üzerine açılmış ve hiçbir zaman da yapılmayacaktır. Çünkü bunlar dolandırıcılığın tekrarlanmasıdır. Bunun için vatandaşlarımız kesinlikle bu boş vaatlere inanmamalıdır. Yoksa Türkiye ve Avrupa’da binlerce yeni mağdur daha üreyecektir. Şüphesiz Fadıl Akgündüz’ü yakından tanırım. 1998 yılında, Potsdam Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden yeni mezun olurken, bana Almanya genelinde genel müdürlük teklif etti. Ancak ben bu teklifi ret ettim. Çünkü daha önceleri Endüstri Holding olayında yaşandığı gibi, bu şahsın da topluma dönük para toplayan bir holdinge sahip olduğunu iyi biliyordum.
Hatta o dönemde buradaki cemaate, “Türkiye’de, Siirt’de bir fabrika kuracağım” demiş. Cemaat de merak edip, “Neden Siirt. Kiminle yapıyorsun?” diye sormuş. Tabi ki bu zat hâşâ, “Allah ile görüştüm” diyerek cevap vermiş... Yani bu kadar dengesiz bir kişidir.
Vatandaşlarımız kesinlikle ve kesinlikle bu adamdan mülk almamalıdır. Zaten ortada satılacak bir şey de yok. Bu reklam tamamen dolandırıcılığa dönüktür. Birde her tarafta ‘7 yıldızlı otel, Türkiye’nin Lüksü’ diye reklamını yapıyor. Bir kere 7 yıldızlı otel yoktur. En fazla yıldızlı olan otel 5 yıldızlıdır. Daha sonra bu reklamlar, Kültür Bakanlığı talimatıyla televizyonlardan kaldırıldı ve milyonlarca Lira cezaya çarptırıldı. Tabi ki bu olayda anlaşılması güç olan bir konsepte de sahipler. Çünkü bunları devre mülk olarak vatandaşlara satıyor. Örneğin bir oda yılda bir haftalığına veya iki haftalığına, hatta bir aylığına satışa sunuluyor. Gerçekten böylesi bir sistem var mı, bilemiyoruz. Bildiğim tek şey, otelin maket olarak vatandaşlarımıza pazarlanmasıdır. Bunun için tekrar belirtiyorum, vatandaşlarımız bu zat ile ilgili duyarlı olmalı. Bu zat binlerce insanımızı mağdur etti. Onlar şu anda ağlıyor, sefil bir hayat sürdürüyor.
Tabi ki böyle bir adamın, binlerce mağdurlarının paralarını karşılamadan, tekrar yüzsüzce ortaya çıkıp, televizyon ekranlarında konuşup, otelin reklamını yapması tek kelimeyle rezalettir. Hakeza bundan daha büyük bir rezalet olan, televizyonların para karşılığında bu otelin reklamını çarşaf çarşaf ekranlarında göstermeleridir.
Madem bu kişi, “param var, servetim var” diyor, neden dolandırdığı, sefil bıraktığı, mağdur insanların parasını geri ödemiyor? Oysa daha önce topladığı paralar bir yerde duruyor. Çünkü bu paralarla hiçbir yatırım yapılmadı.
Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin yerinde olsaydım, bu duruma asla izin vermezdim. Ayrıca ahlak sahibi olan televizyonlar bu adamın reklamını yayınlamamalı. Daha önce de televizyon ekranlarında çarşaf çarşaf JETPA reklamları yayınlandı. Hatta bu adam konuyla ilgili televizyonları reklam için satın aldı, açılışlarını yaptı. Sonuçta, olan vatandaşlarımıza oldu.
BENİ TASVİYE ETMEK İSTEDİLER
Her örgütlü topluluklarda göründüğü gibi, zaman içinde İslam Cemaati bünyesinde bazı gruplaşmalara, hatta hizipleşmelere gidildiğini görüyoruz... Sizce bu olayın perde arkası neydi? Neden böylesi bir süreç meydana geldi?
Bu tamamen benim, başarılı ve etkili çalışmalarımdan İslam Cemaati ve Müslümanların hukuki ve sosyal haklarını korumam ve geliştirmemden rahatsız olan bazı kamu ve bireysel odakların planı ve oyunuydu... Bu konulardan birini anımsarsak,Şöyle ki İslâm dininin Almanya’da resmi bir din olarak tanınması için, yani Körperschaft des öffentlichen Rechts (kamu tüzel kişiliği) ile ilgili Almanya’nın her Eyaleti’ndeki Anayasa Mahkemesi’nde dava açtım. Bu hakkın tüm Eyaletlerde tanınmasını talep ettim ve aynı zamanda her Eyalet ile “devlet sözleşmesi”ni talep ettim.
O dönemde Almanya’nın ileri gelen bazı basın-yayın organları’nda, “Vural, din dersi davasında politikacılar tarafından ciddiye alınmamıştı. Bu adam kafasına koyduğu her şeyi başarıyor. Bunu da başaracak...” görüşüne yer veriyorlardı. Aynı tarihlerde Berlin İdare Mahkemesi’nin Basın Sözcüsü, “bizde İslâm Din Cemaati’nin Körperschaft des öffentlichen Rechts (kamu tüzel kişiliği) olduğuna kanaat getiriyoruz” açıklamasında bulunmuştu. Bunu mahkemenin bir basın sözcüsü yaptı. Biliyorsunuz, mahkemelerin basın sözcüsü hakimdir. Ve bu görüş, şahsi bir görüşten ziyade, mahkemenin görüşüydü.
İslâm dininin Almanya’da resmi bir din olarak tanınması, yani Körperschaft des öffentlichen Rechts (kamu tüzel kişiliği) hakkını, Federal Almanya’ya tanıtmaktır. Bu açıdan daha nihai amacımıza ulaşmış değiliz...
DEVLET MİLLİ GÖRÜŞ GENEL MERKEZİ İKNA EDEREK BENİ TASFİYE ETMEK İSTEDİ
Tüm bu hızlı gelişmelerden sonra bazı kamu görevlileri rahatsız oldular. Milli Görüş Genel Merkezi’ne, “bu adamdan ayrılacaksınız. (...) Biz sizinle iyi çalışmak istiyoruz. Ancak bir şartımız var. Vural ile tamamen ilişkilerini koparacaksınız” dediler.
Genel Merkez bunun üzerine, “ya nasıl olur. Bu adam çocukluğundan beri bizimle” diye yanıt verdiler. Ancak dayatmalarından vazgeçmediler ve “ilişkiyi koparacaksınız” dediler. Ve sonuçta devlet, Genel Merkezi’ndeki arkadaşları ikna ettiler ve böylece benim ile Genel Merkezi arasına nifak tohumunu ektiler. Bunun üzerine Genel Merkezi’ndeki arkadaşlar, Berlin’deki arkadaşlara başvurarak, “siz Vural’a ilişkilerinizi çekeceksiniz” dediler. Berlin’deki arkadaşlar ise bu duruma karşı çok sert tepki gösterdiler. Ancak Genel Merkez görüşünden vazgeçmeyerek, “başka çaremiz ve şansımız yok” dediler. Bunun üzerine Berlin’deki arkadaşlar, “eğer sizin bir planınız varsa, bütün görevlerinden istifa etsin” diyerek yanıt verdi.
Ondan sonra İslâm Federasyonu ve İslâm Vakfı’nın görevlerimden resmi olarak istifa ettim ve olayı böylece kapattık. Çünkü benim için makam ve yetki önemli değildi. Ancak ben çalışmalarıma, kaldığım yerden aynen devam ettim.
Aradan belli bir zaman geçtikten sonra, Verfassungsschutz (Anayasa Koruma Dairesi/ İstihbarat Teşkilatı), Milli Görüş Genel Merkeze“siz bize oyun mu oynuyorsunuz” diyerek sert tepki gösterdi. Bunun üzerine Genel Merkez tekrar Berlin’deki arkadaşları arayarak, benimle ilişkilerini kesmelerini istediler. Ancak Berlin’deki arkadaşlar yine tepki gösterdi ve “olamaz” dediler. Genel Merkez bunun üzerine tepkisini yükselterek, “siz koskoca teşkilatı bir Abdurrahim için mi kapattıracaksınız. Siz bu işin farkına varmadınız mı? Yani siz şimdi koskoca teşkilatı kapattıracaksınız, öyle mi?” dediler. Ve daha da ileriye giderek, “eğer bu adamla ilişkilerinizi kesmezseniz, Devletin Milli Görüşü kökünden kapatırız” diye kendilerini tehdit ettiğini söylediler.
Berlin’deki arkadaşlar bunun üzerine adeta sinir krizine girdiler. Bana da açık olarak bir şey söyleyemiyorlardı. Sonuçta Milli Görüş Genel Merkezi, “madem siz İslâm Cemaati’ni kapatmıyorsunuz, Vural’ı da görevden almıyorsunuz, biz de sizi hepinizi görevden alıyoruz” dediler. Bunun üzerine yıllardır birlikte çalıştığım arkadaşlar yanıma gelerek, “İslâm Cemaati’ni kapatıyoruz” dediler. Bende büyük bir şaşkınlık içinde, “nasıl olur, nasıl kapatabiliriz? Çok büyük zorluklarla ve mücadele sonucu Körperschaft des öffentlichen Rechts (kamu tüzel kişiliği) hakkını kazandık. Buna yeniden başvurursak, elli yılda alamayız. Ama bugün bu hakkı elde ettik. Ayrıca olumlu-olumsuz birçok tepki aldık. (...) Siz onurunuzla durun ve Genel Merkezi’nin kararını dinlemeyin. Biz Berlin Cemaati olarak yolumuza devam edelim” dedim.
Berlin’de bölge başkanı düzeyinde çalışan bazı arkadaşlar bunun üzerine Genel Merkezi’nin kararını dinlemeyerek, olayı Erbakan Hoca’ya götürdüler ve yaşananları aynen anlattılar. Ayrıca benim hazırladığım bir dosyayı da Hoca’ya sundular. Erbakan Hoca arkadaşları dinleyerek, Onları haklı buldu. Tabi ki Erbakan Hoca’nın bir talimatı, daha önce emir gibiydi. Yani bir Peygamber buyruğu gibiydi. Ancak Alman İstihbarat ile ilişkisi bulunan Genel Merkezi’ndeki genç arkadaşlar, Erbakan Hoca’nın talimatını dinlemediler. Çünkü o dönemde Erbakan Hoca’nın Partisi kapatılmıştı, gücünü kaybetmişti...
Genel Merkez tekrar İslâm Cemaati’nin kapatılması için dayatmalarda bulunuyordu. Hatta “biz Genel Kurulu bir araya toplayıp, kapattıracağız” dediler. Bende, “kapatamazsınız” diye yanıt verdim. Bu tartışmadan sonra artık kılıçlar çekilmişti. İslam Cemaatini kapatmak için çok çalıştılar. Yıllardır birlikte çalıştığımız, babadan, kardeşten daha öte saydığımız arkadaşlarla artık kavgalı olmuştuk.
Yani tüm bunlar bazı kamu kurumlarının bir oyunuydu. Ve bu oyun bizi artık birbirimizle düşman etmeyi başarmıştı.
İÇİMİZE KENDİ ELEMANLARINI SIZDIRDILAR
Yine bazı kamu kurumları zaman zaman bize işçi adı altında kendi elemanlarını gönderdi. O dönemde, bir avukata ihtiyacımız vardı ve işçi bulma kurumuna ilan verdik. Birçok başvurular aldık, hepsini çağırıp, ayrı ayrı görüştük. Bir gün bir kadın geldi. Kadın iş görüşmesinde, “İslâm için çalışmak istiyorum. Hatta para almadan bu hizmeti vermek istiyorum. (...) Ayrıca İslâm Cemaati için birçok teşvikler alabilirim. Tanıdığım çok geniş bir çevrem var...” dedi. Tabi bu kadın bir kaç ay yanımızda çalıştı ve bir gün kaçtı gitti. Aradan belli bir zaman geçtikten sonra, Cemaat ile ilgili olan birçok sırları İnternet ortamında okuduk.
Peki, bu olaylardan sonra İslâm Cemaati’ne ya da sizin şahsınıza yönelik suçlamalar devam etti mi?
Evet, Milli Görüş Genel Merkezi’ndeki bazı arkadaşlar bizzat benim şahsıma yönelik anti-propaganda yürüttü. Öyle bir durum yaşanmıştı ki, ya onlar savaşı kazanıp, beni görevden alacaklardı ya da ben kazanıp, onları koltuklarında oturtmayacaktım.
Daha sonra Genel Merkezdekiler, Berlin’deki arkadaşları deyim yerindeyse yönlendirildikten aldıktan sonra, beni yıpratmak istediler. Çünkü Genel Merkez’deki bazı arkadaşların şöyle bir kanısı vardı: “Eğer bu kişiyi durdurmazsak, hepimizi ezer geçer ve cemaat artık sadece bu kişiyi dinler.” Doğrudur. Cemaat, İstihbarat tarafından Genel Merkezi’nin başına oturtulan ve cemaat ile hiç ilişkisi olmayan bir Genel Sekreteri’ni mi dinler? Yoksa beni mi? Genel Merkez bu durumu çok iyi bildiği için, Berlin’de bana karşı örgütlenen kişiler üzerinde korkunç iftiralar attılar. Ve bu iftiralar benim tutuklanmam ve sonrasında da devam etti.
MAHKEME: ‘SUÇUNU İTİRAF ETMEZSEN CEZANIN İKİ MİSLİSİNİ VERİRİZ’
Ne tür iftiralar?
Yapılan bazı projelerin, kendilerinden habersiz yapıldıklarını iddia ettiler. Ayrıca yeddiemin hesaplarından bilgilerinin olmadığını belirttiler... Yani buna benzer iftiralardan dolayı 2007 de 10 ay tutuklandım. Ancak daha sonra bu iftiralardan birer birer aklandım. Buna rağmen mahkeme, önüme yeni bir proje koyarak, 1 milyon 800 bin Avro ile suçlayıp, devletten haksız olarak yardım aldığımı iddia ettiler. Daha sonra bu rakam 190 bin Avro’ya kadar indi.
Peki bu para ne için alınmıştı? Cami için. Kendim için almamıştım. Bunun üzerine mahkeme, “bu yardımı kendi şahsi menfaati (eigennützig) için değil, bir başkasının çıkarı için (fremdnützig), yani Cami için almıştır. Bundan dolayı itiraf et. Eğer itiraf edersen sana 3 yıl 6 ay ceza vereceğiz. Eğer bunu kabul etmezsen 7 yıl ceza vereceğiz” dediler. Bunun üzerine Almanya’nın en meşhur avukatlarını tuttum. Avukatlar bana, “sen bunu kabul et” dediler. Bende, “niye kabul edeyim?” diye sordum. Avukatlar, “başka çaremiz yok. Bu mahkeme ne yaparsak yapalım seni mahkûm edecek. Çünkü dava siyasidir. Onun için itiraf etmeyi kabul et” dediler. Bende bunun üzerine, “ben bu itirafı kabul etmeyeyim. Madem mahkeme beni siyasi olarak yargılayacaksa, dava’yı Yargıtay’a götürüp, aklanayım dedim, çünkü Yargıtay’ın siyasi baskıya gelmeyeceğini düşünmüştüm”.
Fakat avukatlar, “Yargıtay sadece hukuki boyutunda davayı ele alıyor” dediler. Bunun üzerine Yargıtay’da kazanma şansının ne kadar olduğunu sordum. Avukatlar, istatistikî bilgiler vererek, “Yargıtay’da %5. %4’ü savcı itirazlarında, %1’i ise avukat itirazlarından bozuyor” dedi. Bunun üzerine itiraf etmeyi kabul ettim.
Daha sonra bu kararımı hâkimlere aktarıldı. Hâkim kararımı kabul edip, “sadece kişinin itirafnamesi ile olmuyor. İki şahide daha ihtiyacımız var” dedi. Tabi ki bu yöntemi, kendilerini korumak için yapıyorlardı. Aksi takdirde mahkeme, kişiyi zorlamış gibi algılanabiliyordu ve kişinin baskı altında olmadığını göstermek için, iki şahidin daha ifadesine başvuruluyordu.
Daha sonra benim aleyhime ifade verecek 50 kişiden iki şahit seçildi. Seçilen şahitler ile kötü ilişki içinde olduğum için değişmesini talep ettim, fakat avukat vasıtasıyla başarılı olamadım. Sonuçta duruşma gerçekleşti ve şahitler dinlendi. Ancak ortaya ilginç bir tablo çıktı. Kader mi, Allah’tan mı, o şahitler beni tamamen akladılar ve “biz projeyi ve bütün evrakları inceledik. 190 bin Avro’yu haklı olarak verdik. Bu konuda hiçbir dolandırıcılık görmüyoruz” diye ifade verdiler. Hâkimler bunun üzerine, “bu durumda itirafı kabul edemeyiz. Çünkü bu adam çıktıktan sonra, itirafı (Gestandnısı) zorla kabul ettirdiler diye söyleyecektir. Bundan dolayı 50 şahidi dinlemek zorundayız” dediler. 50 şahidi dinlemek, davanın 6 ay daha süreceği anlamına geliyordu.
Bu süre zarfında zamanı 23 saati 5 metrekare’de geçirmemek için, avukatlara bu duruma çare bulmalarını istedim. Bunun üzerine avukatların başında bulunan Nicolas Becker, “bu şahitler doğruyu söylemedi” diyerek, benim adıma mahkemeye “ben dolandırma niyeti ile daireye başvurdum. Bizim bu projede belirtildiği gibi bir faaliyetimiz olmamıştır. Sadece olmuş gibi gösterdik. Fakat yetkililer bize inandı, bundan dolayı bir hata bulamadılar. Oysa böylesi projeler hiçbir zaman olmamıştır. Biz sadece kâğıt üzerinde olmuş gibi gösterdik ve onları inandırmaya çalıştık. Yetkililer bunu bilmeyebilir” içerikli kapsamlı bir itiraf yazısını sundu. Bu tabi ki mahkeme tarafından kabul edildi. Buna göre, karar kesinleşinceye kadar, dışarıda kalacaktım ve daha sonra kalan cezamı çekecektim.
SON SÖZÜM ‘SUÇSUZUM’ SÖZÜNÜ SÖYLETMEDİLER
Burada özellikle bir ayrıntıyı da aktarmak istiyorum. Davanın olduğu 2007 yılında, mahkeme bana son sözümü söylemek için söz vermişti. Biliyorsunuz, bütün dünyada sanıklara son sözlerini söylemek için hâkim tarafından söz verilir. Tabi ki hakkımdaki ceza belli olduğu için, uzun uzun konuşmaktan kaçındım ve “iddianame anlamında suçsuzum” (Ich bin unschuldig im Sinne der Anklage) dedim. Tabi ki mahkeme de benden çok uzun bir konuşma bekliyordu. Ancak ben sadece bu sözümü söylemeye karar vermiştim. Sözümü söyledikten sonra da duruşmayı kapattılar.
İki gün sonra kararımın açıklanacağı son duruşma gerçekleşecekti. Avukatım Nicolas Becker, bir gün önce cezaevinde yanıma gelerek “çıkamıyorsun. Başhakim aradı ve söylediği sözü geri almazsa çıkamaz dedi” diye aktardı. Tabi daha önce suçumu itiraf edip, bunun üzerine “iddianame anlamında suçsuzum” dediğim için, mahkeme heyeti bu sözümü “adam bize karşı büyük bir oyun yaptı. Hem suçunu itiraf ediyor, hem de suçsuzum diyor. Yani itirafnameyi otomatikman boşa çıkarıyor” şeklinde değerlendirdi. Tabi ki bu onların yorumuydu. Oysa son söz olarak istediğimi söyleyebilirdim. Fakat son söz olarak ‘suçsuzum’ sözünü söyletmediler, buna müsaade etmediler. Dolayısıyla kararın açıklandığı son duruşmada, kalabalık bir basın grubu önünde ‘ben ironi yaptım, suçluyum’ dedim. Tabi ki bu hukuk açısından çok büyük bir skandal.
HAKKIMDAKİ İDDİA VE İFTİRALARA GENİŞ YER VEREN BASIN BERAAT KARARIMI GÖRMEZLİKTEN GELDİ
Daha sonra Yargıtay’a gittim. Yargıtay cezamın bir kısmını bozarak, 3 yıl 6 aylık cezayı, 1 yıl 7 aya indirdi. Ondan sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) gittim. AİHM, “burada adil yargılama olmamış, burada siyasi baskı var” diyerek, Almanya’yı 30 bin Avro’luk manevi tazminata hüküm etti. Bu olaydan sonra tamamen aklandım ve borç altına girerek, aklandığımı büyük gazetelere ilan vererek duyurdum.
Çünkü hiçbir basın-yayın organı aklandığıma yer vermemişti. Şu da ilginçtir ki tutuklanma kararı ve aleyhimdeki her durumu haber yapan basın, aklanmamı ve lehime olan hiçbir şeyi haber yapmamıştır. Özellikle Doğan Grubu gazeteleri birçok iftira yazıları yazdılar. Oysa Basın Konseyi’nin kurallarına göre, bir kişinin hükmünü yazdığınız takdirde beraat kararını da yazmak zorundasınız. Ancak buna rağmen yazmadılar. Sadece benim hakkımda çıkan olumsuz iftiralara yer verdiler...
BENİ TAHLİYE EDEN TAHKİKAT HÂKİMİ GÖREVDEN ALINIP TRAFİK HÂKİMİ OLARAK CEZALANDIRILDI
Burada kamuoyu huzurunda önemli bir bilgiyi de paylaşmak istiyorum. Cezaevinde görüş sırasında bir tutuklu, “ya Vural senin yüzünden hâkimimi kaybettim” dedi. Ben de merakla, “nasıl yani?” diye yanıt verdim. “Görevden almışlar” dedi devamında. Tabi ki o an bir tutuklunun sözüne pek güvenmem beklenemezdi. Daha sonra avukatım Nicolas Becker yanıma geldi ve “hâkimi görevden aldılar” dedi. O an çok şaşırdım ve “nasıl olur?” dedim. Yani beni mahkemede savunan, tahliye kararımı veren tahkikat hâkimi (Ermittlungsrichter), yani Sayın Bahners görevden alınarak, trafik hakimi (Verkehrsrichter) görevine verildi.
Bu hâkim, özellikle ilk tutuklandığım süreçte, altı hafta sonra tahliye kararımı veren hâkimdi. Ve bu karar kesinlikle hâkime dönük bir cezalandırmaydı. Dikkat çekici olan, beni yargılayan ve kararıma itiraz eden savcı ise Başsavcı olarak atandı. Yani bir nevi, makamı ve yetkisi yükseltilerek, ödüllendirildi. Bu durumda hukuk devleti ve yargı bağımsızlı ile çelişmiyor mu? O halde siyasi davalarda hâkim ve savcılar bağımsız olabilir. Yani yargı bağımsızlığı denilen şey Almanya’da ne kadar vardır? Oysa sürekli Türkiye’de yoktur deniliyor...
Almanya’daki yargı Adalet Bakanlıklarına bağlıdır. Savcılar bu konuda tamamen bağımlıdır ve baş şefleri de Eyalet Adalet Bakanlıklarıdır. Ve hâkimlerin atamaları da yine Adalet Bakanının elindedir. Onun için benim hâkimim bir kaç hafta içinde tahkikat hâkimliğinden, trafik hakimliğine atandı. Dediğim gibi yetkiler tamamen politikacıların elindedir...
BENİ SÜBYANCIYLA AYNI KEFEYE KOYDULAR
Cezaevi’nden çıktıktan sonra itibarımın yerle bir olduğunu gördüm. Milli Görüş Genel Merkez, cezaevinde olduğum sürede, cemaate, cami’nin paralarını yediğim için cezaevine girdiğimi yaymıştı. Cemaat de buna inanmış ve “biz bunu böyle bilmezdik” demiş.
İster dindar olsun, ister olmasın, bir insan cami’nin parasını yiyorsa, o affedilmez. Ve beni öyle bir duruma getirdiler ki, bir sübyancı ile aynı kefeye koydular. Beni cami hırsızı yaptılar. O kadar vicdansızlık yaptılar ki, bir gün gelip beni cezaevinde sormadılar, sahip çıkmadılar. Bu parayı biz camiye harcadık. Ve ben bunun için cezaevine girdim. Böyle düşünmeleri gerekirken, tam tersini yaptılar. Benim hakkımda anti-propaganda yaptılar. Bana bu iftiraları atanlarda ne zerre kadar Allah inancı, ne zerre kadar Allah korkusu ve ne de zerre kadar din-ahlak duygusu vardır.
Bazı basın-yayın organları da bu olayı art niyetli şekilde verdiler. Bunun içinde Doğan Holding’e bağlı gazeteler de var. Hatta mahkemede Hakim basın mensuplarının huzurunda, “Sayın Vural entegrasyon için çok hizmet vermiştir. Özellikle aşırıcılığa karşı mücadele ederek, aşırı grupları entegre etmiştir. Ayrıca zor durumda olan derneklere teşvik parası/ yardımı (Fördergeld) almıştır. Ve dernekleri icradan kurtarmak için fon talebinde bulunmuştur. Bunun için cezasını az kestik” dedi. Ancak ne yazık ki, basın bu açıklamanın hiçbirine yer vermedi. Sadece asılsız bilgiler ve iftiralara yer verdiler. Daha sonra aklandım derken, tekrar beni tutukladılar.
Peki, aileniz bu durumda nasıl etkilendi?
Şimdi bir kişi tutuklandığı zaman, sadece o insanı tutuklamıyorsunuz. Bir nevi tüm aileyi tutuklamış oluyorsunuz. Bu yaşananlar ailem için felaketti. Adeta herkes bu acıyı çekti. O kadar aşağılık propagandalar yapıldı ki, bazı durumlarda ailem dahi beni açık açık savunamadı. Tüm ailemi adeta toplum içinde izole ettiler.
En samimi arkadaşlarım dahi bana sahip çıkmadılar. “Sana sahip çıkarsak, cemaat bize de yan gözle bakarlar” dediler. Kısacası hayatımız alt-üst oldu. Hapis içinde hapis yattık. Yani ailece hapis yattık.
CEZAYI 7 YAŞINDAKİ KIZIMA ÇEKTİRDİLER
Örneğin benim kızım 7 yaşından beri hep yanıma geldi. Tabi ki bu gelişiyle ilgili çok düşündüm. Hatta olumsuz anlamda etkilenir diye ilk üç ay ziyaretime getirtmedim. Çünkü bunun çok büyük bir psikolojik boyutu vardı. Düşünün, tel örgüleri, yüksek duvarlar, gardiyanlar, özel kapılar... Tüm bunların içinde beni görmesini istemiyordum. Sonra bu konuyu cezaevinde bizi ziyaret eden papazlara, sosyal bakıcılara, hatta cezaevi müdürüne danıştım. Onlar da bu konuda yardımcı olamadılar ve “hem iyi olur, hem de kötü” dediler. Sonuçta ziyaretime getirtmeye karar verdim. Kaldığım cezaevinde öyle tutuklular vardı ki, yıllardır çocuklarını ziyarete getirtmiyordu. Sadece telefon ile çocuklarıyla görüşüyorlardı. Hatta bir gün onlara, “getirmeniz, getirtmemenizden daha faydalıdır” dedim. Onlar da, “yok, sen yanlış düşünüyorsun. Buraya çocuğu getirmekle yanlış yapıyorsun” diye yanıt verdiler.
Tabi ki söz konusu çocuğum olunca bende çok etkileniyordum. Çünkü bir saatlik ziyaretlerde çocuğumla konuşurken, sürekli yanımızda bir gardiyan bulunurdu. Bu durumda hiçbir zaman rahat konuşamazdık. Şimdi gazeteci Nedim Şener’in, “Cezaevindeyken deprem oldu aklımıza ilk çocuklarımız geldi. Babaların cezasını çocuklara çektirmemek lazım. Gözaltına alındığım zaman ilk aklıma gelen ‘Çocuğu okuldan kim alacak’ dedim” içerikli açıklamasını okurken, o günler tekrar gözümün önünde canlandı. Kısacası çocuklar için bu durumlar felaketle aynı anlamına geliyor. Yani çocuklar üzerinde büyük bir psikolojik faciaya yol açıyor.
Soruyorum; bu tutuklama kararı verenler, savcılar, hâkimler... Benim ailemin olduğumu, çocuk sahibi olduğumu bilmiyorlar mı? Biliyorlar. Düzenli aile hayatı olan bir insan hiç kaçabilir mi? Ancak bilinçli olarak ‘kaçma tehlikesi var’ diyerek, tutuklama sebebi yapıyorlar ve tutukluyorlar. Tabi burada bir bireyi tutuklarken aslında bütün aileyi tutuklamış oluyor. Sadece tutuklanan kişi değil, bütün aile bunun zorluklarını, acısını ve eziyetini yaşıyor. Fakat bu durum savcı ve hâkimlerin umurunda değil. Çünkü kendilerinin aile bağları çok zayıftır.
Cezaevi’nden çıktıktan sonra cemaatin ve arkadaşlarınızın size karşı yaklaşımı değişti mi?
Değişmedi. Daha sonra AİHM’de aklanınca, arkadaşlarım tekrar yavaş yavaş gelmeye başladı. Ancak ben onların samimiyetine inanmadım. Çünkü en zor anımda beni yalnız bırakmışlardı. Ret ettim tabi ki. Hatta daha da ileriye giderek, beni yalnız bırakan, bana sırt dönen sözde arkadaşlarımın yer aldığı bir hainler listesini İnternette yayınladım. Sonra tabi ki pişman oldum ve kendi kendime “keşke büyüklük bende kalsaydı” dedim. Yine de bu kişilere, eğer bu hareketimle üzdüysem, onlardan özür diliyorum. Çünkü Onlarında ailesi ve çocukları var. Bunu göz önünde bulundurmam gerekiyordu ve bu listeyi yayınlamamam gerekiyordu. Bu konuda tekrar özür dilemek istiyorum.
ÖNCE TUTUKLADILAR, SONRA SORUŞTURDULAR
Tekrar ikinci tutuklanma sürecine dönmek istiyorum... Neden ikinci bir tutuklanma meydana geldi?
Şimdi tutuklanma kararı çıktıktan sonra, eve yönelik bir operasyon gerçekleşti. Ve bu operasyon aile için ikinci şok olmuştu.
Oysa 8 Ocak 2010 tarihinde Berlin Eyalet Mahkemesi Başkanı ile bir görüşme gerçekleştirdik. Görüşmede Mahkeme Başkanı basın huzurunda, “tutuklanman, cezaevinde kalman haksız olmuştur. Biz senden özür diliyoruz. Biz senin mağduriyetini gidereceğiz. Hatalar yapılmış, tekrarlanmaması için, elimizden gelen her şeyi yapacağız” şeklinde açıklamalarda bulunmuştu. Bu açıklama basında da da yer almıştı.
21 Şubat’ta ise eve yönelik bir operasyon gerçekleşti ve ben tekrar tutuklandım. Tutuklanma gerekçesi olarak, gazetelere verdiğim ilanlar gösterilmişti. Yani ortada ihbar veya bir suç duyurusu yoktu. Sadece çok basit gerekçeler vardı. İlanların kimler tarafından finanse ettiğini sordular. “Eğer bunu İslâm Cemaati finanse etmişse, bu suçtur” dediler. Çünkü İslâm Cemaati ayrı bir tüzel kişidir, ödediği takdir de, bu yolsuzluktur. Bu ise İslam Cemaatini kendi şahsi amaçlar için kullanmaktır dediler.
İlginç olan önce beni tutukluyorlar, sonra soruşturma yapıyorlar. Tabi ki daha sonra ilanların benim tarafımdan ödendiği ortaya çıkıyor. Baktılar ki ellerinde fazla bir şey gelmiyor, tekrar önüme basit gerekçeler sundular. İşte Schufa’ya (Banka) giderek, bir kişiyi tehdit etmişsin gibisinden...
Tabi ki Eyalet Mahkemesi (Landgericht) daha sonra “kamu düzeni için tehlike teşkil ediyor” suçlamasıyla bana ömür boyu tecrit cezası verdi. Ve bunun sonuncunda 1,5 yıl tecritte kaldım. Tabi ki devlet aklandığımı hazmedemediği için, İslâm Cemaati çalışmalarına devam ettiğim için ve yaşadığım olaylarla ilgili basın-yayın organlarına görüş belirttiğim için bu cezayı bana karşı uyguladılar. Ancak Yargıtay bu durumu daha sonra bozdu ve tamamen birinci sınıf beraat ile aklandım.
Tabi ki Moabit Cezaevi’nde en kötü şartlarda kaldım. Deyim yerindeyse beni esrarkeşçilerin yanına verdiler. Oysa o bölüme, cezaevinin diğer bölümlerinde sorun çıkaran tutsakların cezalandırılması amacıyla götürülüyordu. Daha sonra avukatım Nicolas Becker, Hâkime, “Sayın Vural’ı iyi bir yere aldırabilir misiniz?” diye sordu. Hâkim, “evet, cezaevi yönetimi ile konuşurum” dedi ve konuştu. Cezaevi yönetimi ise hâkime, “kimin için?” diye sormuş. Hâkim, “Vural için” demiş. Bunun üzerine yönetim, “Vural mı? Ona asla. O orada kalacak. Ayrıca bu durum cezaevi yönetimini ilgilendiren bir durumdur” demiş. Başka bir zaman olsa hâkimlerin talimatları bir emir gibi algılanırdı. Ancak cezaevi yönetimi bu talimatı dinlemiyor, yerine getirmiyor. “O orada kalması gerekiyor” diyor.
Tecrit zamanında bazı doktorlar yanıma gelirdi. Ve onlar, bazı tutsakların 10 ila 15 yıl sonra tecritten kurtulduğunu söylediler. Bu konuda bilirkişi raporu hazırlanıyor. Yani artık bu kişinin tehlike arz etmediği belirtiliyor... Fakat bir doktor, “eğer buradan kurtulmak istiyorsan, senin üzerinde ot yetişmesi gerekiyor” dedi. Yani bunun diğer bir anlamı, ölmen gerekiyor...
Ayrıca cezaevinde, özellikle İslâm ile ilgili yürüttüğüm tüm çalışmalar yasaklanmıştı. Hatta bu konuda tehdit dahi alıyordum. Örneğin, “çalışmaları yürütürsen, çıkamazsın” diyorlardı. Böylece hazırladığım kitap çalışmasını yayınlayamadım..
YEREL MAHKEME HÂKİMİ KENDİ BAŞINA TUTUKLAMA EMRİNİ ÇIKARTAMAZ
Ayrıca, Berlin Eyalet Mahkemesi Başkanı ile Ocak 2010’daki görüşmemizi biraz daha açmak istiyorum. Ocak ayında Berlin Eyalet Mahkemesi Başkanı ile yaptığım görüşme sonrasında, Şubat ayında tekrar tutuklanmama bugün dahi bir anlam verebilmiş değilim. Çünkü cezaevinde kalmam haksız görülmüştü. Yine mağdur olduğum ve yanlışlıklara maruz kaldığım tescil edilmişti. Davam ile ilgili hatalar yapıldığı ve bunların tekrarlanmaması için, ellerinden gelen her şeyi yapacağına dair söz verdiler. Hatta bu görüşmeyle ilgili Yüksek Eyalet Mahkemesi Başkanı ve Adalet Senatörü adına bütün hâkimlerin bildirileceği belirtilmişti. Fakat tüm bunlara rağmen beni bir kaç hafta sonra tutukladılar. Düşünebiliyor musunuz, hukukun üst mercileriyle bu görüşmeyi yaptıktan sonra beni tutukladılar. Ve bunu bir Yerel Mahkeme hâkiminin (Amtsrichter) talimatıyla gerçekleştirdiler.
Dikkat ederseniz, bu yetkilinin Yüksek Eyalet Mahkemesi Başkanı ve Adalet Senatörü adına benimle görüşen yetkiliden daha yetkili olmamasına rağmen, benim hakkımda tutuklama kararını verdi ve tutuklattılar. Burada ciddi anlamda bir samimiyetsizlik görüyorum. Çünkü burada insanın yüzüne karşı farklı bir yaklaşım gösteriliyor, ardından da arkadan farklı planlar devreye koyuluyor. Yoksa bir Yerel Mahkeme hâkimi (Amtsrichter), kendi başına bu tutuklama emrini çıkarabilir miydi? Bu olay güven açısından beni sarstığı gibi, bugün bunun neden yapıldığına dair hala bir anlam vermiş değilim.
CEZAEVİNDEKİ İLK CEP TELEFONUNU 900 AVRO’YA ALDIM
Cezaevinde karşılaştığınız zorlukları bizimle paylaşır mısınız? Özellikle sizi etkileyen olaylar hangileriydi?
Biliyorsunuz cezaevinde kimseyle irtibat kuramıyorsunuz. Dışarıyla adeta bağınızı koparılıyor. Cep telefonları bu anlamda altın kıymetindedir. Cezaevi’nde görev yapan çalışanlar (Hausarbeiter) var. Bunlar sürekli yanınıza gelip, cep telefonu lazım mı diye sorarlar. Hatırlıyorum, ilk cep telefonumu 900 Avro’ya almıştım. Asıl değeri 30- 40 Euro eski kirik bir telefon. Tabi ki burada gizli bir anlaşma var. Bu çalışan dediğimiz kişiler, gardiyanlar tarafından görevlendiriliyor ve satışlar bunlar aracığıyla yapılıyor. Dolayısıyla telefonların hangi hücreye satıldığı bilgisi de veriliyor. Her satış başına 50 Avro alıyorlar.
Tabii cep telefonunu bir-iki gün kullandıktan sonra, hücreniz başlıyor, telefona el konuluyor ve böylece yeni telefon almak zorunda kalıyorsunuz. Biliyorsunuz 5 metrekarelik bir hücrede telefonu saklamak imkânsız oluyor. Sonra tekrar bu çalışanlar geliyor ve siz yine yeni bir telefonu almak zorunda kalıyorsunuz. Bu biçimde toplam olarak 15 cep telefonu aldığımı söyleyebilirim.
DAVAMIN SİYASİ OLDUĞUNU GARDİYANLAR DA BİLİYORDU
Yine gardiyanlar, diğer tutsakların benimle irtibat halinde olmasına karşı çıkarlardı. Örneğin bazı el işleri konusunda yeteneksizdim. Bir-iki Avro vererek, yataklarımın yüzlerinin çekilmesini sağlıyordum. Bir gün bir gardiyan, bana yardım eden tutuklunun yanına gidip, “bir daha Vural’ın yatak yüzlerini çektiğini görürsek seni özel bir hücreye atarız” diye tehdit ettiler. Yani tutukluları böyle tehdit ediyorlardı ve beni onlar karşısında çok tehlike bir adamış gibi gösteriyorlardı.
Tabi ki gardiyanlar benimle ilgili her şeyden haberdardı... Örneğin davamın siyasi olduğunu, onların ağzından bir kaç kez duymuştum. Oysa benim kamuoyuna dönük böylesi bir açıklamam olmamıştı. Bunlar sadece mahkemede tartışılıp, ele alınmıştı ve gizliliği esastı. Ancak gardiyanlar dahi bu gelişmelerden haberdar olabiliyorlardı.
AVUKATIMLA BAŞBAŞA GÖRÜŞMEYE MÜSAADE ETMEDİLER
Tabi ki bunları anlatırken bir de avukat-müvekkil ilişkilerinde şöyle önemli bir hususu belirtmek istiyorum. Cezaevinde avukat ile müvekkil arasında yapılan görüşmelerde gizlilik esas alınır. Yani bu görüşmeye sadece avukat ile müvekkil katılır. Bir üçüncü şahıs bulunmaz, bulunamaz. Normal koşullarda cezaevindeki ziyaretlerde sürekli bir gardiyan hazır bulunur. Fakat avukat görüşmelerinde bulunamaz. Çünkü her kişi, yani tutuklu avukatıyla baş başa görüşme hakkına sahiptir. Bu anlattığın haklar ne yazık ki benim olayımda uygulanmadı. Hâkim, özellikle avukatım ile yaptığım görüşmelerde sürekli bir cezaevi yetkilisinin hazır bulunmasını ve görüşmeyi not etmesi gerektiğine karar verdi. Kısacası avukatımla hiçbir zaman baş başa görüşme imkânı olmadı. Cezaevinde görev yapan bazı memurlar, bu durum karşısında “biz yıllardır burada çalışıyoruz. Hiçbir zaman avukat ile müvekkil arasında yapılan görüşmelere katılmadık” diyerek şaşkınlıklarını dile getirirlerdi. Alman hukuk tarihinde buna benzer bir olayın yaşandığına inanmıyorum. Çünkü terör davalarında dahi avukat ile müvekkil arasındaki görüşmeye müsaade edilir...
CEZAEVİNDE İNSAN ONURU DİYE BİRŞEY YOK
Tabi cezaevini anlatırken, bir de tuvalet sorunu ele almak lazım. Tuvalet hücre içinde açık bir şekilde duruyor. Erbakan Hoca bir zamanlar diyordu ki, “Avrupalı dediğiniz nedir ki, bunlar tuvalet kültürünü bizden öğrendiler.” Gerçekten o dönemde bu açıklama yapılırken, Erbakan Hoca’ya kızıyorlardı. Ancak Hoca haklıymış. Şimdi cezaevi yönetimi isterse bir şirketi görevlendirip, tuvaletin etrafı ve üst kısmını kapatabilir. Ancak bunu yapmıyorlar. İnsanın acı çekmesini istiyorlar. Bilinçli olarak senin onurunla oynuyorlar.
Eski Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin derdi ki, “bizim en kötü cezaevimiz, Avrupa’nın en iyi cezaevinden daha iyidir.” Bu gerçekten doğrudur. Cezaevlerindeki bu tuvalet sorunu Almanya’nın en büyük ayıbıdır. Bunların milletvekilleri gelip Türkiye cezaevlerinden şikâyetçi olur. Oysa bunlar kendilerinin en büyük ayıplarını görmezler. Tabi ki bunlar tamamen siyasidir.
Birde bu sorun yetmiyormuş gibi, beni tuvaletsiz hücreye attılar. Yani ihtiyaçlarımı gidermek için sadece bir kova verdiler. İnsan gururu ve onuruyla bu kadar oynuyorlar.
Tabii bu durumu Meclis Komisyonu’na şikâyet ettim. Onlar da bu duruma inanmak istemedi. Daha sonra yapılan bir inceleme sonucu, hücrenin tuvaletsiz olduğunu öğrendiler. Fakat buna rağmen bir işlem yapılmadı ve Komisyon şikâyetimi geri çevirdi. Bu, “iti iti ısırmaz” politikasıdır, başka anlam veremiyorum.
Birde Cezaevi Hastaneleri var... Orada da tuvaletler aynı durumda. Sözüm ona orada çalışma yürüten Doktorlar, bu insanlık dışı bir uygulamadır demesi gerekirken, her şeyi görmezden geliyorlar.
Tabi ki ben cezaevi hastanesinde de kaldım... Ve inanın en kötü muameleyi orada gördüm, yaşadım. Hatta oradan kurtulup, tekrar cezaevine dönmek için elimden gelen her şeyi yaptım. Yani o kadar kötü bir yerdi ki... Örneğin bir olayda hemşireye acı çektiğimi söylemiştim. O da bana, “acı çekmen normaldir, çünkü burası bir cezaevidir” dedi. Oysa o tarihte sadece tutukluydum, yani kanuna göre suçsuzdum, masumiyet karinesi geçerliydi. Yani doktorlar ve hemşireler, gardiyanlardan çok daha kötüydü. Gardiyanlar da tabi ki kötü fakat doktor veya hemşireyle karşılaştırdığın zaman çok daha iyi olduklarını görebiliyorsunuz. Bu olaya bir anlam veremiyorum.
Daha sonra beni bazı Türk tutsakları görüp, “abi, sen buradan çık. Burası normal cezaevinde daha kötü bir yerdir” dediler. Ve cezaevine döndükten sonra, “burası ne güzel bir yermiş, cennetmiş” dedim.
İnsanlık dışı yöntemlerden bahsetmişken... 2007’de beni anadan doğma soyup, Bunker’i (sığınak) attılar. Sadece lastik bir yatak ve kova vardı. Ayrıca gümbür gümbür ses çıkarak bir klima aleti... Başhekim’den, çöpte biriken gazetelerden istemiştim. Başhekim o an ellerini başının üzerine koyarak, “başka bir isteğin de var mı?” diyerek bağırdı. Kısacası cezaevi hastanesinde çalışan doktorların insanlıkla bir alakası yoktur.
BİZE DOMUZ ETİ YEDİRDİLER
Cezaevi hastanesini anlatmaya devam etmeden önce 2007’de cezaevinde yaşanan bir olayı da aktarmak istiyorum. Her gün olduğu gibi, yine bir gün öğle saatlerinde yemekler dağıtıldı. Tabi ki Müslüman olan tutukluların yemekleri ayrı hazırlanıyordu.
Daha sonra bütün tutuklular yemeklerini yedikten sonra, gardiyanlar, tutukluların önünde durarak, pişkin bir yüz ifadesiyle “kusurumuza bakmayın, bugün yemekleri karıştırdık. Domuz etinin içinde bulunduğu yemekleri Müslüman tutuklulara, Müslüman tutuklular için hazırlanan yemekleri Almanlara dağıttık” dedi.
Tabi ki gardiyanların bu ihmalkârlığına karşı çok sert tepki gösterdim... Diğer tutuklular ise davalarını olumsuz etkiler diye fazla tepki gösteremedi. Fakat hepsi bu ihmalkârlık karşısında çok üzüldü.
BAŞHEKİM:‘ DOLANDIRICILIKTAN DOLAYI TECRİTTE BULUNMUYORSUN’
Söz cezaevi hastanesinden açılmışken 2010 yılında yaşadığım bir olayı da bu vesileyle aktarmak istiyorum. Tecrit sürecinde, hastanede yattığım zaman bir gün hastanenin bir diğer başhekimi olan Sayın Kreuzberg yanıma geldi ve özel olarak benimle görüşmek istediğini belirtti.
Başhekim, “sen hayatın boyunca birçok başarılara imza attım fakat buna rağmen seni kıskanmıyorum. Çünkü senin kavgan hukuk mercileriyle” dedi ve ardından Amerika’dan ilginç bir örnek vererek, şu değerlendirme de bulundu: “Amerika’da vergi daireleri, Almanya’da hukuk mercileri... ABD’deki vergi daireleri en güçlü mafya kartellerini bile çökertti. Almanya’da da hukuk mercileri istediğini yok edebiliyor. Bunun için hukuk mercileriyle olan kavgana bir son ver. Çünkü şu an ömür boyu tecrit cezası kararı aldın ve bu kararı kaldıracak olan tek merci de yine onlardır. (...) Kitap yazdığını da öğrendim. Yaz ancak sakın bu kitabı yayınlama. Kitabın sadece bir okuyucusu olsun, o da ben olayım. Başka kimse bu kitabı okumasın. Çünkü sen yaşadıklarını yazdığın an, polis, hâkim ve savcılar kendilerini bu kitapta görecekler. İsim vermezsen dahi, bunun kendileri olduğunu bilecekler. Böylece ömür boyu tecride mahkûm olacaksın.”
Bende bunun üzerine, “siz öyle bir anlattınız ki, sanki hukuk mercileriyle yoğun bir savaş içerisinde bulunduğum için buradayım. Oysa bununla alakası yok. Siz benim neden burada bulunduğumu çok iyi biliyorsunuz, hatta kararı da kendiniz okudunuz. Karar da ‘dolandırıcılıktan’ dolayı burada bulunduğum yazılı” diye yanıt verdim. Başhekim, bu sözlerimin karşısında bir kaç saniye gözlerime bakarak, “sen dolandırıcılıktan dolayı burada bulunmadığını çok iyi biliyorsun” dedi.
İnsan tabi ki böylesi sözleri başkalarında duyunca çok etkileniyor. Çünkü sürekli ‘dolandırıcı’ olarak suçlanmanız, size kendi kendinize ‘gerçekten de dolandırıcı mıyım’ diye sorgulatabiliyor. Nasıl ki akıllı bir insana 40 gün boyunca ‘sen delisin’ denildiği zaman, o akıllı insan zaman içinde buna alışıyor, bizimkisi de onun gibi...
Fakat böylesi yetkili ağızlardan açık bir şekilde “sen dolandırıcılıktan dolayı burada değilsin... Hukuk mercileriyle kavgaya girdiğinden dolayı sana verilen bir karşılık, yani cezalandırmadır” denilmesi insanı gerçekten çok etkiliyor...
Tabi ki mahkemelerin bu kadar küçüleceğini bilmiyordum. Ben sürekli hukuk yöntemleriyle mücadele ettim ve kurumlarında hukuk yöntemleriyle karşılık vermesini bekledim. Ancak zaman içinde kurumların hukuk dışına çıkacağını ve olmayacağını bildikleri halde kaçma tehlikesinden dolayı beni tutuklayacağını hiç beklemedim. Tabi ki kaçmayacağımı onlar da çok iyi biliyordu fakat yine de böylesi bir yönteme başvurdular.
TÜRK KONSOLOSLUĞU VE ELÇİLİĞİ CEZAEVİNDE YAŞANAN İNSANLIK DIŞI UYGULAMALARA SEYİRCİ KALIYOR
Burada şunu da belirtmek istiyorum... Gerek Türk Konsolosluğu veya Büyükelçiliği, cezaevinde bulunan Türk tutsaklarının sorunlarıyla hiç ama hiç ilgilenmiyorlar... Örneğin Konsolosluk tarihinde Moabit cezaevine daha gidilmemiştir. Sadece daha rahat bir ortamı olan Teğel cezaevine gidilmiş... Ve bu ziyaret daha önce cezaevi yönetimi tarafından organize ediliyor. Hatta bu konuda en güzel evler olan 5 ila 6 numara hazırlanıyor. Böylece birçok gerçeklerin üstü ört bas edilerek, her şey güllü-gülistanlık gösteriliyor. Örneğin milletvekilleri mahkûmların durumlarını soruyor. Onlar da “Allah şükür, çok iyiyiz ve rahatız. Kötü muamele ve ayrımcılık yok” diyorlar. Daha sonra bununla ilgili kamuoyunu yanıltmak için, bir de bir basın bildirisi veriliyor.
Yani dediğim gibi, cezaevinde yaşanan sorunlarla hiç ilgilenilmiyor. Sadece Ramazan’da bir kaç yüz Döner ve baklava tepsileri sadece Tegel cezaevinde dağıtılıyor. Sanki başka cezaevi yokmuş gibi. AK Parti bugün birçok kurum ve kuruluşunu adam edebildi ancak bizim Konsolosluk ve Elçiliği bir türlü adam edemedi. Bunu açıkça söylüyorum... Bunlar için görev yan gelip yatma yeridir.
MAHKEME KARARI OLMADAN EVİMİ BASTILAR
Yine cezaevinde kaldığım süre içinde, Ostermontag’de (Paskalya tatilinde) Polisler evimi bastı. Baskın sırasında Der Spiegel dergisi, Tagespiegel, BZ, Bild ve Berliner Kurier gazetelerinin birer muhabirleri de hazır bulunuyor. Evde hiç arama yapılmıyor ve affedersiniz masanın üzerine seks aletlerini koyuyorlar. Gazeteciler tabi ki anında fotoğrafları çekiyorlar ve ardından gidiyorlar. Tabi ki ben gazetelerin bu olayı sayfalarında geniş yer vereceğini tahmin ediyordum. Ancak Hukuk Bölümü bu haberin girmesini engelledi. Yani yayınlamasına izin vermediler. Ben daha önce yayınlanan bazı yazılardan dolayı onları mahkemeye verip, tekzip ve tazminat kazandığım için, bu haberi yayınlamaktan vazgeçtiler.
Daha sonra bu duruma itiraz ettim ve olayı Savcıya anlattım. Savcı ise bana, bu olayla ilgili haberin olmadığını belirtti. Hâkim bunun üzerine, “araştırın aramayı kimler yapmış diye” dedi. Ertesi gün savcı tekrar gelerek, araştırma yaptığını belirtti ve böyle bir durumun yaşanmadığını söyledi. Daha sonra benim davamda şahit olarak hazır bulunan polis memurları da, kesinlikle böyle bir şeyin olmadığını belirttiler. Bunun üzerine kendi elemanlarımdan şüphelendim ve “bunlar bize bir oyun oynadılar” dedim. Çünkü bu durumu bana ileten kendi elemanlarımdı. Daha sonra alt rütbeli bir polis daha geldi. Ona da olayla ilgili bilgisinin olup olmadığını sordum. Bana, Paskalya gününde arama yapan ekibin içinde bulunmadığını, ancak Vural’ın evinin basıldığı yönünde bilgi aldığını belirtti. Hâkim daha sonra polis memuruna defalarca, “yanlış anlamış olamaz mısın?” diye sordu. Memur ise, “yok, çok iyi hatırlıyorum. O gün orada evin basıldığını bana söylediler” dedi.
Yani arama emri olmadan bu baskını gerçekleştirdiler. Ve gayeleri kesinlikle evrak aramak değildi. Hukuk yoluyla benimle baş edemedikleri için, farklı yöntemlere başvurmuşlardı. Ve seks aletleriyle benim itibarımı düşürmeyi hedeflediler.
Bu olay tabi ki benim ne kadar masum olduğumu gösteren bir olaydır. Çünkü mahkeme kararı olmaksızın, polisin basınla evimi basıp, arama yapmaması ve masanın üzerine seks aletlerini koyup, çekip ve gitmesi anlaşılır bir durum değil. Ama başarılı olamadılar. Çünkü bizim inancımıza göre, onların bir planı varsa, Allah’ın planı da vardır.
Tabi ki İslâm Cemaati Başkanı olduğum için, beni kamuoyu önünde cinsel sapık olarak göstereceklerdi. Yoksa sıradan bir insanın evinde bu aletlerin bulundurması hiç önemli değildir.
İLK EV BASKININA METİN KAPLAN VESİLE OLDU
Bu evinize yönelik ilk baskın olmuyor. 2003’de evinize yönelik bir baskın gerçekleşmişti... Bunun nedenini açıklayabilir misiniz?
Evet, evime dönük ilk baskın 2003 yılında gerçekleşti. Bildiğiniz gibi ben sadece Milli Görüş’e bağlı cami ve derneklere değil, yardıma ihtiyacı olan bütün cemaatlere hizmet verdim. Bunların arasında Metin Kaplan’ın başında olduğu ‘Kaplancılar’ da vardı. Bazı özel işler konusunda yardımcı olduğum için, Kaplancılardan bir arkadaş beni kendi yayın organlarına abone etmişti. Ve ben bu yayın organını, hiç para ödemeden yıllardır posta üzeri ücretsiz alıyordum.
Bir gün tabi ki Berlin’de eş zamanlı olarak birçok evlere baskın düzenlendi. Bu evlerin arasında benim evim de vardı. Tiergarten Yerel Mahkemesi’nin kararına göre, benim Kaplancılara üye olduğumu, dolayısıyla dernekler kanunu ihlal ettiğimi ve yayın organlarına abone olduğumu iddia etti. Tabi ki bu doğru değildi. Daha sonra iddiaların yersiz olduğu görüldü ve aklandım. Çünkü ben hizmetlerimi bütün Müslüman toplumuna sunuyordum.
EVİMDE ÇEKİLEN YASADIŞI KAYITLARI MAHKEMEDEN GİZLEDİLER
Yine birinci ve ikinci tutuklamamda, kapıyı kırıp içeri girdiler. Yani zili çalmadılar. Ve bir kaç polis gelmedi. 100’e yakın polis gelmişti. Cadde ve merdivenler adeta polislerle dolmuştu. Şimdi burada bir terör hücresine yönelik bir baskın gerçekleşmiyor. Sadece bir kişiye dönük bir tutuklama oluyor. Kaldı ki, o evde kaç kişinin kaldığına dair polis istihbarat topluyor. Fakat buna rağmen 100 polisle sanki bir terör hücresini basar gibi geliyorlar. Tabi ki amaç, korkutmak ve sindirmektir. Zaten operasyona katılanların hepsi özel harekâtçılardır. Ve hepsinin ellerinde makineli tüfekler vardı...
Tabi ki bu tutuklamayı kameraya çektiler. “Neden çekiyorsunuz, gazeteci misiniz, çekemezsiniz” dedim. Bunun üzerine polis, “hayır gazeteci değil, o bizdendir” diye yanıt verdi. Bütün hareketlerimi kayıt altına aldılar... Daha sonra bu durumu bilgi koruma görevlisine (Datenschutzbeauftragter) aktardım. Görevli, bunun üzerine polisten, çekim için kimden izin aldıklarını ve bunu hangi maddeye dayanarak yaptıklarını sordu. Polis görevliye, “kanun maddesi yok. Çekim kanunsuz yapılmıştır. Ayrıca çekim silinmiştir” diye yanıt verdi. Tabi ki çekimlerin silindiğini bilmiyoruz. Ancak bu konuda bir özürde dahi bulunmadılar.
Birde bir kişi tutuklandığı zaman, bu durumu aile fertlerine ve avukata bildirme hakkına sahiptir. Fakat bu hakkı dahi bana çok gördüler ve aramama izin vermediler.
Yine her iki tutuklamada, Tempelhof’daki gözaltı merkezine götürülmüştüm. Ve beni büyük bir taşıyıcının içine koymuşlardı. Arkadan, taşıyıcı aracı korumak için bir sürü Polis araçları takip etmişti. Güya, tutuklandığımı birkaç kişi duymuş ve beni yolda kaçırmak için harekete geçmişlerdi...
DEVLET AVUKATLARIMA ZORLA DAVAYI BIRAKTIRDI
Ayrıca ikinci tutuklanma süreciyle ilgili bir gelişmeyi daha eklemek istiyorum. İkinci dava da avukatlarıma davayı bıraktırdılar. Ve bu gelişme tam dava sürecinin ortasında yaşandı. Yani duruşmaya bir hafta kala... Aslında Becker’in ayrılması yasaya aykırıydı. Siyasi bir dava olduğu için ses çıkarılmadı. Yoksa bir avukatın, mahkemeden bir hafta önce ayrılması mümkün değildir. Daha sonra avukatım Nicolas Becker dedi ki, “seni bu iddianame ile yargılayamazlar, ceza veremezler. Ancak bizim bilmediğimiz şeyler vardır. Bunlarda Savcının elindedir. Büyük bir ihtimalle duruşmaya ek bir iddianame ile gelecektir. Çünkü Savcının elinde başka iddia ve deliler olması lazım. (...) Ayrıca bu duruşma için bizim gibi avukatlara ihtiyacın yoktur. Mahkemeyi çok ucuz avukatlarla yürütebilirsin... Yani biz avukatlığı bırakıyoruz ve bununla ilgili fazla bir şey de belirtmek istemiyoruz. Dava’yı bırakmamız sana kesinlikle zarar getirmeyecektir” dedi.
Tabi ki Nicolas Becker benim baş avukatımdı. Onun dışında bir kaç avukatım daha vardı. Biliyorsunuz, bu dava da ben ömür boyu tecrit cezası almıştım. Eğer avukatım Nicolas Becker orada hazır bulunsaydı, bu cezayı veremezlerdi. Avukatların bu konuda çok büyük rolleri oluyor.
AVUKATIMI MAHKEME BOYUNCA KAPIDA BEKLETTİLER
Devlet tabi ki sadece bununla sınırlı kalmadı... Baş avukatım Nicolas Becker’e davayı bıraktırdıktan sonra, aynı zamanda kendi memurum olan bir başka avukatı davam için tutmuştum. Bu avukatım da oldukça yetenekli, girişken, genç ve dinamikti. Adeta tüm ruhuyla kendisini bu davaya adamıştı. Tabi ki mahkeme, baş avukatımda olduğu gibi, bu avukatımdan da oldukça rahatsız oldular. Öyle ki, avukatımı duruşmaya katılmasına izin vermediler. Yani beni, savunmasına müsaade etmediler. Hukukta böyle bir şeyin yaşanması mümkün değildir. Fakat söz konusu ben olunca, bunu ihlalini yaptılar. Düşünebiliyor musunuz, kendi hür irademle seçtiğim avukata, savunma hakkını vermediler, tanımadılar. Böyle bir hukuksuzluğun Alman hukuk tarihinde yaşandığına inanmak istemiyorum…
Tabi dışarıya çıktıktan sonra diğer avukatlarım bana, “senin davandan sonra, hâkimlerin bize karşı olan hal ve tutumları hep değişti. Örneğin bize daha savunma avukatlığını vermiyorlar” dediler. Pflichtverteidiger, yani tayin edilmiş savunma avukatı, görevlendirilmesi zorunlu olan davalarda, mahkemeler “şu avukatı ben avukat olarak atadım” diyebiliyor.
DOMUZUN İŞİNİ HAL ETTİNİZ Mİ?
Tabi ki burada eklemek istediğim önemli bir olay daha var. Avukatım, davayla ilgili dosya ve belgelerimi Başsavcının odasında inceliyordu. Başsavcının ve savcının odasını ayıran ortada bir kapı vardı. Bir kaç dakika geçmeden, Hristo Kaymakçıoğlu (daha sonra soyadını Hoppe olarak değiştirdi) adında Rum asıllı bir savcı odaya girdi ve girer girmez, yüksek sesle, “bu domuzun işini hal ettiniz mi?” diye soruyor. Tabi ki avukatım bunun üzerine yan odaya gidiyor ve savcı avukatı görür görmez odayı terk ediyor.
Yine devlet bütün mal varlığıma el koydular... Öyle ki, elimde savunma hakkımı dahi elimden aldılar. Çünkü benim tek silahım savunmaktır. Ve savunmak için avukata ihtiyacınız vardır. Yani maddi olarak sizi yıpratmayı hedefliyorlar.
BERLİN EYALETİ BAŞBAKANI BANA DEVLET NİŞANINI VERMEKTEN VAZGEÇTİ
Yine Berlin Eyaleti Başbakanı Klaus Wowereit, beni Federal Almanya’nın tek Liyakat Nişanı olan ve kısaca Federal Liyakat Nişanı (Bundesverdienstkreuz) olarak adlandırılan Federal Almanya Liyakat Nişanına (devlet nişanına) layık gördü. Bildiğiniz gibi bu nişan, politik, ekonomik, kültürel, manevi ve fahri alanlardaki başarılar için verilmektedir. Tabi ki Eyalet Başbakanlığına bu teklifi İslâm Cemaati ile İslâm Federasyonu götürmüştü. Başbakanlık da bu teklife sıcak bakarak, yapmış olduğum hizmetlerden dolayı bana verilmesini karar altına almıştı.
Ancak bildiğiniz gibi 21 Şubat 2010 tarihinde ikinci tutuklanma süreci gerçekleşti. O dönemde hâkim beni salıverme niyetinde olmadığını anlayınca, “beni nasıl tutuklayabilirsiniz. Ben Federal Almanya Liyakat Nişanı”na layık görüldüm. İsterseniz araştırabilirsiniz. Bu ödüle layık görülen bir insanı nasıl dolandırıcılıktan tutuklayabilirsiniz. Bu büyük bir çelişki. Bundan dolayı beni bırakmanız gerekiyor. Kaldı ki kaçış tehlikesi de yoktur” dedim. Hâkim ise söylediğim sözleri ve ödülle ilgili olan gelişmeyi ciddi almadı, hatta görmezlikten geldi. Daha sonra avukatım Nicolas Becker yanıma gelerek, “Federal Almanya Liyakat Nişanını sana vermeyecekler” dedi. Ve gerçekten de Berlin Eyaleti Başbakanlığı, benim ilgili olan kararını iptal etti.
Daha önce de belirttiğim gibi, cezaevine girdiğinizde her şeyiniz alt-üst oluyor. Düşünün, Berlin Eyaleti Başbakanlığı dahi bu kararından çok rahat vazgeçebiliyor. Oysa ortada onanmış veya karara bağlanmış bir ceza dahi yoktu. Hatta ilk tutuklandığınız zaman, masumluk karinesi (Unschuldsvermutung) geçerlidir. Yani Yargıtay’da ceza alana kadar suçsuzsunuz... Fakat bu hukuk prosedürünü dahi göz önünde bulundurup, ciddiye almadılar.
İSTENİRSE PAPA BİLE EN BÜYÜK DOLANDIRICI YAPILIR
Sizin şahsınıza yönelik yapılan suçlamalar konusunda nasıl bir cevap verebilirsiniz? Bu konuda gerek cemaatinize ve kamuoyuna mesajlarınız nelerdir?
Müslüman kardeşlerimin özellikle şunu iyi bilmesi gerekiyor. Ortada asla bir suç yoktu. Sadece bazıları aramıza nifak tohumları ekerek, birbirimize düşman yaptı. Ve bu düşmanlık tezgâhlanan bir oyun sonucu ortaya çıktı.
Şüphesiz cemaat bugün, “seni siyasi değil, dolandırıcılıktan dolayı içeriye almışlardır” diyebilir. Bende, isterlerse Papa’yı dahi en büyük dolandırıcı olarak gösterebilirler diyorum. Çünkü hukukta iki kere iki dört değildir. Örneğin Almanya Cumhurbaşkanını ne hale getirdiler? Cumhurbaşkanı’nın yaptıklarını hangi politikacı yapmıyor ki? Neyin siyasi, neyin dolandırıcılık olduğuna devlet karar veriyor. Çünkü sizi cemaat karşısında itibarsızlaştırmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar.
Cemaat, bazı konularda daha duyarlı olmak zorunda. Özellikle oyunlara gelmeme noktasında... Aslında Cemaat bana yine inanır ve güvenirdi. Ancak Berlin’de, deyim yerindeyse yönlendirilen kişiler, şahsıma yönelik çok çirkin iftiralar attılar.
Buna rağmen cemaatin sessiz çoğunluğunun, her ne kadar açıkça söylemeye cesaret etmeseler bile, benim arkamda olduğunu biliyorum. Kısacası; cemaat beni bugüne kadar nasıl tanıyorsa, biliyorsa, ben yine öyleyim, değişmedim. Ben onların tanıdığı eski Abdurrahim Vural’ım. Ve çalışımlarımıza nerde kaldıysak, oradan devam edeceğiz.
MİLLİ GÖRÜŞ CAMİASİYLA BİR KAVGAM YOK
Peki, yıllardır hizmet ettiğiniz Milli Görüş camiasına özel bir mesajınız olacak mı?
Benim kavgam hiçbir zaman Milli Görüş ve onun temsil ettiği değerlere karşı olmamıştır. Benim kavgam özellikle Milli Görüş Genel Merkezinde görevlerini kötüye kullanan bir kaç yönetici ile olmuştur. Dolayısıyla benim onlarla kavgalı olmam, Teşkilat ile kavgalı olduğum anlamına gelmez. Kaldı ki benim bu camiayla kavgalı olmam mümkün değildir. Çünkü 15 yaşından bu yana bu camianın içindeyim ve tüm hizmetlerimi de bu cemaat için yaptım.
Genel Merkezdeki yöneticiler ise daha dünün çocuklarıdır. Elle tutulan ne bir hizmetleri ne de bir başarıları söz konusudur. Çünkü onlar tamamen paraya dönük çalıştılar. Sürekli, “ne kadar yardım, zekât, fitre ve kurban toplarız” şeklinde anlayış ve yaklaşım içerisindedirler. Yani kısacası tamamen paraya endekslidirler. Ve yardımların tümünü Almanya dışına çıkarmakla meşguller. İlginç olan, bu paraların akıbeti asla belli değildir. Birkaç kişi hariç, paraların nereye gittiğini kimse bilmez. Ne cami hocası, ne de bölge başkanı. Ayrıca kimse korkudan bunlardan hesap da soramaz. Çünkü hesap soran hainlikle, hatta daha da ileriye gidersek dinsizlikle suçlanır. Anlayacağınız din bunların tekelindedir. Tekrar belirtiyorum, Afrika ve Asya ülkelerine yapılan yardımlar sadece reklam amaçlıdır. Yani tekrar cemaatten yardım toplamak içindir.
Yine bu bahsettiğim yöneticiler ne hikmetse Almanya’daki Müslümanların sorunlarıyla hiç ilgilenmezler. Tüm enerjilerini bu sorunun dışında harcarlar. Ayrıca bu yöneticiler hiçbir zaman seçimle bu makamlara görevlere gelmemişlerdir. Tamamen o makamları işgal etmek için birileri tarafından atanmışlardır.
Bildiğiniz gibi, bu kötü niyetli yöneticiler, benim tutukluluğumdan faydalanarak, onlarla olan kavgamı, cemaatle kavgam diye yansıttılar ve maalesef bu konuda başarılı oldular. Çünkü bunlar için gayelerine ulaşmak adına her şey mubahtır.
Milli Görüş camiasına zarar gelmemesi için, bu röportaj vesilesiyle tekrar vurgulamak istiyorum, benim kavgam özellikle Milli Görüş Genel Merkezinde görevlerini kötüye kullanan, art niyetli bir kaç yöneticiyle olmuştur. Benim kavgam hiçbir zaman Milli Görüş ve onun temsil ettiği değerlere karşı olmamıştır. Kaldı hiçbir güç, beni, yıllardır bağlı olduğum cemaatimle karşı karşıya getiremeyecektir. Çünkü ben onlara bağlıyım, hizmet ettim ve bundan sonra da aynı anlayışa hizmet etmeye devam edeceğim.
HAKSIZLIK KARŞISINDA SUSAN DİLSİZ ŞEYTANDIR
Peygamber Efendimiz, “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” diyor. Şüphesiz beni diğer yöneticilerden ayıran en belirgin özellik, çok açık ve korkusuz olmamdır. Bunun bedeli olarak cezaevinde kaldım ve tecrit yaşadım. Bugün de bildiğim doğrulardan asla vazgeçmeyeceğim.
Allah aşkına, bu yöneticiler değil miydi, cemaati Holdinglere soyduran? Şimdi hangi yüzle o makamlarda oturuyorlar? Dikkat ederseniz, Holding vurgununda da susmadım. Ne gerekiyorsa onu yaptım. Cemaati ve Genel Merkezi uyardım. Şüphesiz başarılı olamadım ama sonuçta bir karınca oldum. O zaman benimle bir kaç kişi daha karınca olmaya cesaret etseydi, bu vurgun gerçekleşmeyecekti. Sonuçta bir karınca olabilmek önemlidir.
Şimdi bu yöneticilere, “Allah aşkına siz şu ana kadar ne gibi hizmetler yaptınız” diye sorsak, bunlar, Afrika’nın, özellikle haritalarında bulunmayan ülkelerinde 100 bin kurban kestiklerini, milyonlarca maddi yardım yaptıklarını, su havzaları açtırdıkları, okul ve hastane açtıklarını dillendirirler. İnanın, bunlar sadece sözde yapılan yardımlardır. Yoksa cemaatten hiç kimse, o bölgelere gidip, orada ne kadar kurban kesildiğini, ne kadar yardım yapıldığını inceleyecek hali yoktur. Ya Almanya’da gösterecekleri bir eser var mı? Yoktur! Çünkü toplanan yardımlar, Almanya’da harcandığı zaman, cemaat bu yardımların nereye aktarıldığını görecek. Yani kısacası, toplanan paralar kontrol altında olacaktır. Ve doğru olan da budur. Yoksa “bizim Almanya için verme geleneğimiz yoktur ama alma geleneğimiz vardır” diye söylemek, yardımlar konusunda ne kadar samimi olduklarını gösterir.
BANA İFTİRA ATANLAR BUGÜN BATAKLIĞIN İÇİNDEDİR
Söz, Milli Görüşün değerlerine karşı olan, hatta onu çarçur eden kişilerden söz açılmışken, burada güncel ve önemli bir gelişmeyi kamuoyuna açıklamak istiyorum. Geçmişte bana asılsız ve çirkin iftiralar atan bu kişiler, bugün kendileri bir bataklığın içindedirler. Şu anda Köln Savcılığı, Köln Eyalet Mahkemesi’nde bu kişiler hakkında milyonlarca Avro değerinde vergi kaçakçılığı, bağış dolandırıcılığı (Spendenbetrug) ve sosyal sigorta giderlerinin ödenmemesiyle ilgili dava açmış bulunmaktadır. Yani bu saydığım üç ana konusunda yolsuzlukla suçlanıyorlar. Tabi ki savcılık bu konuda tahkikatlarına devam etmektedir.
Ancak merak edilen konu, bu kişiler kendilerini dolandırıcılık karşında nasıl savunacaklar. Önümüzdeki haftalarda yapılacak duruşmalarda bunu hep birlikte göreceğiz.
Tabi bu olayda ilginç olan, milyonlarca Avro değerinde kaçakçılık ve hile yapan kişilerin gözaltında (U-Haft), yani kontrol altında bulunmamasıdır. Hepsi şu an dışarıda yargılanıyor, görev başında ve çalışmalarını yürütebiliyor. Oysa bu durumda olan kişilerin kesinlikle tutuklu olarak yargılanması gerekir. Çünkü ortada büyük bir ceza, suç var ve bunların bir şekilde kaçma tehlikesi bulunmaktadır. Dolayısıyla bu kişilere U-Haft’ın uygulanmaması aslında devletin onlara karşı yaklaşımını da ortaya koyuyor. Tabi bu konuda ılımlı bir politika izleniyor. Oysa bana yönelik atılanların iddiaların hepsinin ve iftira olmasına rağmen, tamamen farklı ve sert bir yaklaşıma maruz kalmıştım. Kanımca, tecilli ceza ile davayı sonuçlandıracaklar.
Oysa Almanya’da vergi kaçırmanın ne kadar büyük ve ağır bir suç olduğunu herkes biliyor. Örneğin 15 bin Avro vergi kaçırdığınızda, en az 1-2 yıl hapis cezasına mahkûm olursunuz.
Tabi ki bu olayın da siyasi boyutları vardır. Çünkü siyaset üstü bir durum olduğu zaman dokunamıyorlar. Yoksa bu kaçakçılığı, dolandırıcılığı sıradan bir vatandaş yapsaydı eğer, çoktan gözaltına veya denetim altına alınırdı.
HER ALANDA GİZLİ BİR IRKÇILIK VE AŞIRI İSLÂM DÜSMANLIĞI VAR
Biraz da güncel konuları sizinle konuşmak istiyoruz... Almanya’da yaşayan Müslüman toplumun son durumunu aktarabilir misiniz? İslam fobi ve ırkçılığın tartışıldığı bir Almanya’ya karşılaştığı sorunlar nelerdir?
Bugün her tarafta gizli bir ırkçılık var. Ve bu sadece bildiğimiz Nazi gruplarında değil, en yetkili mercilerde, kurum ve kuruluşlarda, hatta sokakta dahi bu ırkçılık mevcuttur. Ben çalışma gereği kamu daireleri ve mahkemeleriyle ilişki halinde olduğum için, buralarda gizli bir ırkçılığın var olduğu kanısını hep taşımışımdır. Yine Türk düşmanlığı üzerinden kat ve kat daha yüksek olan bir İslâm düşmanlığı mevcuttur. Kişisel olarak da bunun acısını çok çektim. Sadece derneğin ismi İslâm diye, birçok projelerimiz iptal edildi. İslâm adını taşımayan dernek projeleri ise rahatlıkla geçebiliyor. Yani sadece bir isim engel olabiliyor.
Yine son olaylarda gördüğünüz gibi, bazı Nazi hücreleri devlet destekli oluşturuldu ve bu tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Tabi ki bu ortaya çıkandır, birde ortaya çıkmayan bir sürü şeyler var. Ben iki yıl önce bir basın açıklaması yaparak, bu tür oluşumların Verfassungsschutz (Anayasa Koruma Dairesi/ İstihbarat Teşkilatı) tarafından desteklendiğini belirtmiştim. Hatta bu oluşumlar, benim adımı da ölüm listesine alarak, hakaret ve küfür ediyorlar. Şimdi devlet böyle bir şey yapabilir mi? Ama görüyoruz ki devlet için haklı ve haksız olan önemli değil, devlet çıkarları önemlidir. Devlet çıkarları için her şey mubahtır.
11 EYLÜL'ÜN BİZE ÇOK ZARARI OLDU
Müslüman toplumunun kamuoyunda imajını kötüleyen bir diğer olay ise hiç şüphesiz 11 Eylül olayıdır. 11 Eylül'de bize adeta hendek atlattılar. Öyle ki, İslâm Cemaati adına kamu dairelerine yaptığımız resmi başvurular, sunduğumuz birçok projeler, sadece ‘İslâm’ kelimesini içerdiği için ret edildi. Yine daha önce tanıştığımız, konuştuğumuz bazı memurların bize yönelik yaklaşımları tamamen değişti. Çünkü böylesi olumsuz bir tepki görmek için İslâm kelimesi yetiyordu.
Kısacası; 11 Eylül, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, özellikle Avrupa, özelde ise Almanya'da yaşayan Müslümanlara çok büyük zararlar verdi. Müslümanlar, camiler, dernekler, kurum ve kuruluşlar adeta istihbarat teşkilatı tarafından izlenmeye başlandı. Yani ciddi bir önyargıyla, tüm İslâmi çevrelerine karşı cephe alındı...
İSLÂM DÜŞMANI NAZİ SAYFALARINDA HEDEF GÖSTERİLİYORUM
Bir de şu önemli hususu vurgulamak istiyorum… Devlet, İslâm’a hakaret eden ve Nazi gruplarına ait olan bazı İnternet sayfalarında şahsıma dönük anti-propaganda mı yaptırıyor. Ve biliyorsunuz bu sayfalar, gündem de yer aldığı gibi İstihbarat Teşkilatı tarafından yönetiliyor. Sayfalarında, ölüm listesine alınan birçok isimler yer alıyor. Bu isimler arasında benim adım da geçiyor. Bu da davamın siyasi olduğunu açıkça ispatlıyor. Ayrıca İslâm’a karşı hakaret ediliyor, küçük düşürücü ve ırkçı ifadeler yer alıyor. Yani kısacası halk kışkırtıcılığı yapılıyor. Ve maalesef tüm bunlar bazı kurumların desteği ile gerçekleşiyor. Yoksa Naziler veya grupları beni yakından tanımazlar. Fakat öyle anlaşılıyor ki, bazı kurumlar bunları bana karşı yönlendiriyor. Yani ismimi onlara yazdırıyor. Bu da beni hedef haline getiriyor.
KRİMİNAL GÖZÜYLE BAKILMASINA KATLANAMIYORUM
Yaşadığınız bu zorlu ve sancılı süreç, kişiliğinizde ve hayatınızda ne tür değişimlere yol açtı?
Türk ve Müslümanlara hizmette zirvede olduğum dönemden beni itibarsızlaştırma ve tecrit etme yoluyla etkinliğimi kamuoyu nezdinde azalttılar. Ve en büyük gayem kamuoyu huzurunda aklanmaktır. Hukuken aklanmak yeterli gelmiyor, kamu vicdanında aklanmak istiyorum. Çünkü kriminal gözüyle bana bakılmasına katlanamıyorum, kabul edemiyorum.
Eğer mahkeme, “bu adam Camiler için para almış. Bundan dolayı cezalandırıyoruz” deselerdi, bu hiç zoruma gitmezdi. Çünkü cemaat bunun üzerine, “helal olsun, kendisini bizim için riske atmış” derlerdi. Biliyorsunuz, cezaevi insanı kahraman da yapar. George Bush’a ayakkabı atan adam nasıl kahraman oldu? Bende kahraman olarak çıkabilirdim. Fakat beni bilinçli engellediler.
Bazen, “devlet bu kadar düşebilir mi?” diye düşünüyorum. Devlet düştü çünkü devlet beni tehlikeli gördü. Ayrıca din dersi olayı da devlete milyonlarca Avro’yu mal oldu.
Hatta bir avukat bana, “senin tutuklanman ABD’ye dayanıyor” dedi. Çünkü İslâm dininin Almanya’da resmi bir din olarak tanınması, yani Körperschaft des öffentlichen Rechts (kamu tüzel kişiliği) başta Almanya’nın, dolayısıyla Avrupa’nın İslâmlaşması anlamına gelir. Ve bunun etkisi ABD’de kendisini gösterir. Böylesi bir düşünce ve yaklaşım içerisindeler...
DEVLET İÇİN MUHATAP OLMAK İSTEDİK
Peki, Alman Devletine bir mesajınız olacak mı?
Evet, maalesef Devlet beni başından beri yanlış anladı. Oysa İslâm dininin Almanya’da resmi bir din olarak tanınması, yani Körperschaft des öffentlichen Rechts (kamu tüzel kişiliği) hakkının hayata geçirilmesiyle birlikte, Devletin bir muhatabı olsun istedik. Bunun için yıllardır mahkemelerde hukuk mücadelesi verdik. Çünkü bu çalışmayla Türk ve Müslümanların kendi değerleriyle birlikte Alman toplumuna entegre olmasını ana hedefimiz olarak belirledik. Yoksa Devlete karşı çıkmak, Devleti karşısına almak gibi bir düşünce ve yaklaşımı başından beri asla benimsemedik.
Fakat öyle anlaşılıyor ki, kendimi Devlete yeterince ifade edemedim. Oysa bu çalışmayı başlatırken, Almanya’da yaşayan sadece Türk ve Müslümanlar için değil, kültürlerin, farklılıkların bir arada yaşadığı, kaynaştığı güçlü bir Almanya için önemli hizmetler vermeyi amaçlamıştım ve bu amacımı hala da koruyorum. Dolayısıyla bu konuda kamu tüzel kişiliğinin vazgeçilmez olduğunu bir kez daha vurgulamak istiyorum. Çünkü İslâm dininin Almanya’da resmi bir din olarak tanınması, aşırı grupların etkinliğini azaltacak, dinlerin, kültürlerin birlikteliğini sağlayacak ve böylece geleceğe daha güçlü perspektiflerle yürüyen bir Almanya olacaktır.
GELECEĞE ÜMİTLE BAKIYORUM
Sonuç olarak; bundan sonraki süreçte nasıl bir mücadele yöntemini izleyeceksiniz? Ana çalışma ve hedefleriniz ne olacak?
Daha önce de belirttiğim gibi, benim ana hedefim Türk ve Müslümanların kendi değerleriyle birlikte Alman toplumuna entegre olmalarıdır. Bunu ise kamu tüzel kişiliği üzerinden gerçekleştirebiliriz. Benim hizmetlerim sadece Türk ve Müslümanlar için değil, dinamik ve güçlü geleceğin Almanya’sı için de önemlidir. Bu Kamu Tüzel Kişiliği ile Almanya için üreten geleceğe hazırlanan ilkokullar, liseler, yüksekokul, üniverste, doğru din eğitimi veren İlahiyat Fakülteleri gibi kurumlarla gerçekleşebilir. Aşırı ve marjinal grupların etkinliği böylece azaltılacaktır. Bu Almanya'nın geleceği için de önemlidir.
Yine Cemaatin bildiği gibi, başta Milli Görüş camiası olmak üzere, İslâm cemaatine yıllardır büyük bir bağlılık duygusuyla ve karşılıksız hizmet anlayışıyla çalıştım, emek verdim. Camileri icradan kurtardım, İslâm Federasyonu’nun Verfassungsschutz (Anayasa Koruma Dairesi/ İstihbarat Teşkilatı) tarafından izlenmesinin durdurulması ve istihbarat raporlarında yer almamasını sağladım. Yine toplumumuz için önemli bir kazanım olan ilkokullarından Lise sona kadar, Müslüman çocuklara, İslâm Federasyonu vasıtasıyla din dersi verilme hakkını elde ettim. Dolayısıyla bu hizmetlerimi ve başarılarımı önümüzdeki süreçte de pekiştirmek, geliştirmek ve cemaatimizin hak ettiği noktaya ulaştırmak istiyorum. Bunun yanı sıra geçmişte olduğu gibi ücret talep etmeden Allah rızası için çalıştığım yılları da özlemle anıyorum.
Sonuç olarak yapmış olduğumuz bu röportaj vesilesiyle de ayrı düştüğüm arkadaşlarımla, geçmişi silip, beyaz bir sayfa açmak istiyorum.
Mart 2012, Berlin
_________________________________________________________________________
EK I:
İslâm Cemaati, İslâm dininin Almanya’da resmi bir din olarak tanınması (Körperschaft des öffentlichen Rechts=Kamu Tüzel Kişiliği) halinde altta sıralanan hakları elde edeçektir:
-Teşkilatını kurma hakkı,
-Din elemanlarının eğitilmesi,
-Kamu okullarında İslâm din dersinin verilmesi,
-Bağımsız mezarlık ve cenaze hizmeti,
-Gayrimenkul varlık için devlet garantili ödeme,
-Özel inşaat hakkı,
-Dini bayramlarda tatil hakki,
-İflastan korunma (Insolvenzunfahigkeit)
-Basın-yayın kurumlarında temsil edilme hakkı,
-Tüm Ücretlerden muafiyet hakkı,
-Tüm Vergilerden muaf,
-Devlet yardımları,
-Emniyet Teşkilatı (Polis) için pastoral bakım,
-Federal ordu için pastoral bakım,
-Hastaneler için pastoral bakım,
-Cezaevleri için pastoral bakım,
-Bölgesel tüzük,
-Mali yeterlilik,
- Kendi iç yargı organlarını oluşturma hakki
- Üyelerinde devlet aracılığı ile vergi toplama hakki
- Devlet bütçesi tarafından maddi destek
-İşveren yeteneği.
EK II:
Almanya’da Kamu Tüzel Kişiliği (Körperschaft des öffentlichen Rechts) hakkını elde eden dini cemaatler şunlardır:
1) Alt-Katholiken*
2) Christliche Wissenschaften in Berlin (13 Aralık 1954)
3) Christliche Wissenschaften in Berlin (17 Şubat 1981)
4) Die Christengemeinschaft (7 Ağustos 1962)
5) Die Heilsarmee (20 Kasım 1950)
6) Evangelische Brüdergemeinde Berlin*
7) Evangelische Kirche Berlin-Brandenburg-Schlesische Oberlausitz*
8) Evangelische Kirche der Union*
9) Evangelisch-Methodistische Kirche in Berlin (10 Temmuz 1973)
10) Französische Kirche zu Berlin-Hugenottenkirche*
11) Gemeinschaft d. Siebenten-Tags-Adventisten (29 Nisan 1950)
12) Griechisch-Orthodoxe Kirche (Himmelfahrtskirche) (18 Mayıs 1976)
13) Israelitische Synagogengemeinde-Adass Jisroel*
14) Jehovas Zeugen in Deutschland (13 Haziran 2006)
15) Johannische Kirche (30 Ekim 1990)
16) Jüdische Gemeinde zu Berlin (3 Eylül 1951)
17) Katholische Kirche-Erzbistum Berlin*
18) Kirche Jesu Christi Der Heiligen Der Letzten Tage (26 Nisan 1954)
19) Neuapostolische Kirche Berlin-Brandenburg (13 Şubat 1950)
20) Russisch-Orthodoxe Kirche im Ausland (14 Mart 1936)
21) Russisch-Orthodoxe Kirche-Moskauer Patriarchat (23 Haziran 1992)
22) Selbständige Evangelisch Lutherische Kirche SELK - Kirchenbezirk Berlin (12 Mart 1974)
23) Verband Evangelisch-Freikirchlicher Gemeinden (Baptisten) (23 Eylül1974)
24) Evangelisch-Freikirchliche Gemeinde (Spandau-Süd) (11 Ocak 1983)
25) Evangelisch-Freikirchliche Gemeinde (Zoar) (12 Mayıs 1998)
26) Evangelisch-Freikirchlicher Gemeinden (Friedrichshain, Lichterfelde, Lichtenberg, Oberschöneweide) (15 Nisan 2003)
*Altkorporierte: Weimar Cumhuriyeti Anayasası öncesi resmi olarak kabul edilen dini cemaatler.
EK III:
İslâm Cemaati, 4 Nisan 2006 tarihinde Almanya Başbakanı Angela Merkel’e bir mektup göndererek, İslâm Cemaati’yle bir “Devlet Sözleşmesi” imzalamasını önermişti. Devlet Sözleşmesine göre, aşağıdaki maddelerden doğan haklar yer almaktadır:
Madde 1 (Din özgürlüğü ve bağımsızlık)
Buna göre; Federal Almanya’nın İslâm din öğretisi için özgürlük ve bağımsızlığının sağlanması.
Madde 2 (Resmi tatil günü)
Buna göre; Kurban Bayramı ve Ramazan Bayramı’nın resmi tatil olarak kabul edilmesi.
Madde 3 (Sosyal)
Buna göre; kendi sosyal tesislerini kurmak ve bunların Federal Almanya tarafından maddi ve manevi olarak desteklenmesi.
Madde 4 (Özel kurum-kuruşlarda pastoral bakım)
Buna göre; başta hastane olmak üzere, cezaevi, huzur evi, emniyet teşkilatı vb. kurum ve kuruluşlarda pastoral bakımının sağlanması.
Madde 5 (Din adamları için şahitlik kabul etmeme hakkı)
Buna göre; mahkemelerde (davalarda) din adamlarının veya ruhani liderlerinin şahit olmayı kabul etmemesi.
Madde 6 (Radyo ve Televizyon kurma hakkı)
Buna göre; İslâm Cemaati’nin ihtiyaçlarına göre, Radyo ve Televizyon kurumlarında dini içerikli yayınlarının yayınlanmasını ve temsil gücünün sağlanması.
Madde 7 (Gayrimenkul ve istimlak etme hakkı)
Buna göre; 140. Madde (koruma garantisi) gereğince Federal Almanya’da gayrimenkul ve istimlak etme hakkının tanınması.
Madde 8 (Harç ödemeden muafiyet)
Buna göre; federal devlet, eyalet ve belediyelerde harç ödemeden muafiyet hakkının tanınması.
Madde 9 (Toplanma özgürlüğü)
Buna göre; sokak ve kapalı salonlarda toplanma özgürlüğünün, yine bağış toplama hakkının tanınması.
Madde 10 (Bildirim işlemi)
Buna göre; eyalet ve belediyelerdeki nüfus dairelerinde bildirim işlemlerinin düzenli olmasının sağlanması ve bilgilerin bakımına hassasiyet (özen) gösterilmesi.
Madde 11 (Kabristan/ mezarlık)
Buna göre; İslâm toplumunun ihtiyaçlarına göre kabristan (mezarlıkların) oluşturulması.
Madde 12 (Eğitim hakkı/ talim ve terbiye)
Buna göre; İslâm din eğitiminin, din dersi olarak okullarda okutulması ve derslere gönüllü olarak katılımın esas alınması.
Madde 13 (Eğitim hizmetleri)
Buna göre; İslâm eğitim hizmetleri için Federal Almanya’nın eğitim malzemeleri konusunda gerekli yardım ve desteğini sunması.
Madde 14 (Federal Almanya’dan mali yardım)
Buna göre; Federal Almanya’nın İslâm Cemaati’nin yıllık giderleri konusunda mali yardımlarda bulunması.
Madde 15 (Birlikte çalışmak/ işbirliği)
Buna göre; İslâm Cemaati ile Federal Almanya Cumhuriyeti arasındaki ilişkilerinin devamlılığının sağlanması.
Madde 16 (Dostluk kaydı)
Buna göre; anlaşma taraflarının, farklı görüş ve inançlara rağmen, dostluk kayıtlarının esas alınması.
Madde 17 (Eşdeğerlik hakkı)
Buna göre; anlaşma gereğince her iki tarafa eşdeğerlik hakkının işlenmesi.
Madde 18 (Tanımlama da hukuk eşitliği)
Buna göre; anlaşmanın cins farkı gözetmeksizin, kadın ve erkeğe göre hukuk eşitliği temelinde yürütülmesi.
Madde 19 (Federal Almanya Parlamentosu’nun onay vermesi; yasanın yürürlüğe girmesi)
Buna göre; anlaşmanın Federal Almanya Parlamentosu’nda resmi yasa olarak kabul edilmesi, yürürlüğe girmesi ve taraflar arasında imzalanması)
EK IV:
2002 ila 2006 yılları arasında Almanya İslâm Cemaati’nin, Federal Almanya’ya kabul ettirdiği entegrasyon amaçlı projeler şunlardır:
- Türk kadın ve kızlarını eşit düzeye getirmek
- Gençlere yönelik sosyal bakım
- Dil eğitimin desteklenmesi
- Aile kurumu dışında kültürel faaliyetlerinin (aktivitelerin) desteklenmesi
- Yaşlı insanların yaşam standartlarının düzenlenmesini desteklenmesi
- Yaşlı insanlara dönük ev idaresi yardımı
- Kültürel faaliyetlerin desteklenmesi (özelde sergi ve gösterim)
- Gençlerin eğitim faaliyetlerinin desteklenmesi
- Kültürel faaliyetlerinin desteklenmesi (özelde müzik ve edebiyat)
- Ağırlıklı olarak Türk gençlerinin entegrasyon çabalarının desteklenmesi
- Genel büro çalışmalarına giriş (tanıtım)
- Çocuk bakımı ve eğitimi için Türk ve kızlarının desteklenmesi
- Bakıma ihtiyacı olan insanların bakımı ve sosyal etkinliklerle ilgilenilmesi
- Gençlerin meslek eğitime hazırlanmasının desteklenmesi
- Kültürel faaliyetlerin desteklenmesi
(Bu projelerde, Almanya başta olmak üzere, Avrupa’nın İslâm’a dönük ön yargılarını gidermek amacıyla, başta Alman ve Müslüman olmayan insanlardan oluşan yaklaşık 150 kişi görev aldı.)